27 NİSAN 1999 AKRA TEFSİR SOHBETİ (Bakara: 44 - 46)

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN Rh.A

Hazırlayan: Erkayalar

----------------------

İYİLİĞİ BAŞKASINA EMREDİP DE, KENDİNİZİ UNUTUYOR MUSUNUZ?

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Televizyon izleyicileri ve Ak-Radyo dinleyenleri! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Allah afiyet ve sıhhat, sağlık ve selâmet ihsân eylesin, dünyada ahirette...

Geçen hafta sesim kısık olduğu için konuşma yapmam mümkün olmamıştı. Bakara Sûresi'nin 44. ayetine kadar gelmiştik. Bugün 44, 45 ve 46. âyet-i kerimeler üzerinde sohbet yapmayı düşünüyorum. Bu âyet-i kerimelerin önce mübârek metinlerini okuyalım. Bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(E te'murûnen-nâse bil-birri ve tensevne enfüseküm ve entüm tetlûnel-kitâb, efelâ ta'kılûn.) (Bakara: 44)

(Vestaînû bis-sabri ves-salâh, ve innehâ lekebîretün illâ alel-hàşiîn.) (Bakara: 45)

(Ellezîne yezunnûne ennehüm mülâkù rabbihim ve ennehüm ileyhi râciùn) (Bakara: 46) Sadakallàhül-azîm.

a. İyiliği Emredip Kendisi Yapmamak

Biliyorsunuz, daha önceki âyet-i kerimelerde (Yâ benî isrâil...) diye başlıyordu. Onların bir takım yanlış işleri yapmamaları ve gönderilen peygambere iman etmeleri emrediliyordu. Hakkı bâtılla karıştırmamaları, namaz kılan müslümanlarla beraber namaz kılmaları, zekât vermeleri, rükû etmeleri emrediliyordu. Burada da buyruluyor ki:

(E te'murûnen-nâse bil-birri ve tensevne enfüseküm ve entüm tetlûnel-kitâb, efelâ ta'kılûn) "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Kitabı okuyup dururken, okuduğunuz halde, hiç akıl etmeyecek misiniz? Hiç akıllanmayacak mısınız? Aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?.."

Tabii bu ayet-i kerime ehl-i kitâba, yâni kendilerine daha önce, Kur'an'dan önce kitap indirilmiş kavimlere, Peygamber Efendimiz'den önce Mûsâ AS gibi, İsâ AS gibi peygamber gönderilmiş kavimlere hitap... Onlara hitap ama, hükmü herkes için geçerli, bütün mü'minler için geçerli. Bütün mü'minlerin bu hususlara dikkat etmesi lâzım!

Buyruluyor ki: (E te'murûnen-nâse bil-birr) "Siz insanlara iyiliği emrediyorsunuz, yapın diyorsunuz, tavsiye ediyorsunuz da kendinizi unutuyor musunuz? Başkasına emrediyorsunuz da kendinizi niçin unutuyorsunuz? Halbuki kitabı okuyorsunuz."

Peygamber Efendimiz oraya hicret edince, Medine'deki benî İsrâil'in alimleri Peygamber Efendimiz'le karşılaştılar. Tabii, Peygamber Efendimiz'in geleceğine dair Tevrat'ta âyetler var, İncil'de ayetler var... Peygamber Efendimiz'in evsâfının ne olduğuna, hayatında nasıl mühim olaylar geçeceğine dair de, onun tanınmasına, bilinmesine vesile olacak işaretler var. Tavsifler, tasvirler var... Hattâ bunlar toplanmıştır eski kitaplarda Peygamber Efendimiz'le ilgili ihbarlar diye, haberler diye, haber vermeler, açıklamalar, uyarılar diye...

Hattâ Allah-u Teàlâ Hazretleri bütün eski ümmetlerin fertlerinden: "Ben bir peygamber gönderdiğim zaman, size bir peygamber geldiği zaman ona inanacaksınız." diye ahd ü misak almıştır. Bütün kavimler kendilerine Allah'ın göndereceği peygambere, geldiği zaman Peygamber Efendimiz'e inanmakla mükellef... Çünkü ahd ü misak etmişler, anlaşma olmuş. Allah-u Teàlâ Hazretleri ihbar etmiş, ihtar etmiş, bildirmiş. Onlar da o günün şartları içinde, "Tamam, pekiyi!" diye kabullenmişler.

O zaman bir itiraz yok tabii. Sonradan çıkıyor bu itirazlar.

Bu Benî İsrâil'in alimleri kendilerine gelip soru sorulduğu zaman Allah'a inanmayı, müttakì olmayı, takvâ ehli olmayı tavsiye ederlermiş. Hattâ bazıları;

"--Bu Muhammed hakkında nasıl davranalım?.. Geldi buraya, kendisinin peygamber olduğunu ifade ediyor. Allah'tan kendisine vahiy geldiğini söylüyor. Ne yapalım?" diye sordukları zaman, onlara:

"--Tamam, ona tâbi olun!" diyenleri varmış.

Fakat kendileri de dinlerini değiştirip müslüman olsalar; işte halktan kendilerine gelen hediyelerden, vergilerden mahrum kalacağız diye, bu insanlara tavsiye ettikleri gerçekleri, güzel şeyleri kendileri yapmazlarmış. Onlar hakkında inmiş oluyor.

Nitekim Abdullah ibn-i Abbas RA buyuruyor ki, bu ayetlerin izahında:

(Tenhevnen-nâsü anil-küfri bimâ indeküm minen-nübüvveti vel-ahdi minet-tevrâti ve tetrukûne enfüseküm) "Peygamber geldiği zaman, ona itaat etmek hususundaki mâlûmâtı Tevrat'tan bildiğiniz halde, insanların bir peygamber geldiği zaman ona uyması gerektiğini bildiğiniz ve insanları 'Aman peygambere âsî olmayın, kâfir olmayın!' diye söyleyip durduğunuz halde, şimdi siz kendiniz aynı duruma düşmüş oluyorsunuz.

(Ve entüm tekfurûne bimâ fîhâ min ahdî ileyküm fî tasdìki rasûlî) Benim şu gönderdiğim ahir zaman peygamberini tasdik hususunda sizinle, sizin kavminizle yapmış olduğum ahde aykırı olarak inkâr ediyorsunuz, o ahde riayet etmiyorsunuz. Halbuki eskiden insanlara aksini söylüyordunuz, peygamberlere uyun diyordunuz. Şimdi siz benim gönderdiğim ahir zaman peygamberime uymuyorsunuz.

(Ve tenkudùne mîsâkî) Ahd ü misâkı, ilâhî anlaşmayı bozuyorsunuz. (Ve techadûne mâ ta'lemûne min kitâbî) Allah-u Teàlâ Hazretleri hitâb-ı itâb ile, azarlayarak böyle buyuruyor: "Benim kitabımdan bildiğiniz şeyleri kâfir oluyorsunuz, inkâr ediyorsunuz!" demektir diye İbn-i Abbas bu kelimelerle âyet-i kerimeyi açıklıyor.

Tabii, onların o zamanki bilgilerine göre, gerçeği anlayıp da doğru hareket eden âlimler de vardı. Meselâ onların âlimlerinden Abdullah ibn-i Selâm RA... O, Rasûlüllah SAS Efendimiz'e geldi. Yahudi âlimlerindendi, ahbâr-ı yehuddan, yâni hahamlardandı:

"--Evet yâ Rasûlallah, senin buyurduğun haktır. Tevrat'ta seninle ilgili ayetler var ve senin geleceğin bize bildirilmişti, biz bekliyorduk zaten." diye, o müslüman oldu.

Abdullah ibn-i Selâm RA müslüman oldu. "Bunlar kıskançlıkları dolayısıyla ve menfaatleri elden gidecek diye düşündüklerinden, evet demediler." diye, o kendisi ifade etti. O çağındaki öteki ırkdaşlarının, dindaşlarının olumsuz tavırlarının izahını öyle yaptı.

Yâni inananlar da oldu, müslüman olanlar da oldu, ama müslüman olmayanlar da oldu. Peygamber Efendimiz gelinceye kadar, "Bir peygamber geldi mi itaat etmek lâzım!" veyahut benî İsrâil'in peygamberleri bahis konusu olduğu zaman, halka: "Bak, bu peygamberlere itaat edin!" diye, kendi peygamberlerine itaati tavsiye ederken; Allah yeni peygamber gönderince, ona kendileri itaat etmeme durumunda oldukları için, bu âyet-i kerimede itâb ediliyor. Yâni azarlanmış oluyorlar.

(E te'murûnen-nâse bil-birri) "İyiliği başkasına emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Kendinizi, vaaz ettiğiniz şeyi uygulamaktan niye alıkoyuyorsunuz, uymuyorsunuz?" diye itâb ediliyor.

Birr, iki re harfiyle, şeddeli re ile; mânâsı geniş iyilik demek. Bu birr kelimesi, Arapçada arazi mânâsına gelen berr; (fil-berri vel-bahri), yâni denizin karşıtı. Suya, denize bahr deniliyor, karaya da berr deniliyor. Berr ve bahr, kara ve deniz demek. Yâni kara geniş olduğu için berr deniliyor. İyiliğin de böyle geniş miktarda, çok olarak yapılmasına birr deniliyor. Böyle yapan kimseye de berr deniliyor.

İyiliğin tabii, sahasına göre çeşitleri var. Allah'a kullukta iyilik; yâni takvâ ehli olmak, Allah'a güzel, iyi kulluk etmek. Ana babaya iyilik; yâni ana babaya güzel muamele etmek. Halka karşı iyilik, birr ü ihsan, yâni güzel muamele yapmak mânâsına ama, genişlik mânâsı var. Yâni yer yüzünün genişliği gibi, karanın genişliği gibi, geniş iyiliğe birr deniliyor.

Böyle geniş çaplı iyilik yapmayı, güzel ahlâklı olmayı, güzel işler yapmayı insanlara din âlimleri emredegelmiş tarih boyunca... Eski ümmetlerin din alimleri de emredegelmiş. Ama insanın emrettiği şeyi, herkesten önce kendisinin tutması lâzım!

Bu âyet-i kerime her ne kadar onlar için inmişse de, bizler için de bir nasihat, bizler için de bir tehdit. Yâni (el-kitâb) İbn-i Abbas'a göre onların okudukları Tevrat ve İncil ama, Allah bize de Kur'an-ı Kerim'i indirmiş. Biz de Kur'an-ı Kerim okuyup dururken, gerçekleri bilirken, başkalarına öğütlerde bulunurken, bunları ilk önce kendimiz tutmalıyız.

Eskiden beri, emrettiği şeyi kişinin kendisinin yapması çok özel bir gayretle, dikkatle tavsiye edilmiştir. Meselâ, Ebüd-Derdâ RA buyurmuş ki:

(Lâ yefkahur-racülü küllel-fıkhi hattâ yemkuten-nâse fî zâtillâh, sümme yercia ilâ nefsihî feyekûnü lehâ eşedde maktâ) Yâni: "İnsan dinde fakih insan durumuna, bilgili insan, dini çok iyi bilen, derinlemesine bilen bir insan durumuna gelemez, Allah rızası için insanlara kızmadıkça."

"--Yâ şu insanların yaptığına bak, şu adamın yaptığına bak! Nasıl zulmediyor, nasıl haksızlık yapıyor, nasıl günah işliyor!" diye kızacak.

Neden? Allah rızası için. Yâni Allah'ın emrine aykırı, zararlı iş yapıyor diye. Ama, (Sümme yerciu ilâ nefsihî) "Sonra kendisine döndürecek bakışını, dikkatini; (feyekûnü lehâ eşedde maktâ) kendisine daha çok kızacak, insanlardan daha çok kızacak."

"--Ey benim zâlim nefsim. Sen niye bu kadar gerçekleri bildiğin halde, Allah'ın emrini tutmakta neden böyle gevşek davranıyorsun? Neden böyle gece namazına kalkmıyorsun? Neden şu oruçları tutmuyorsun? Neden daha çok gayret göstermiyorsun?.." diye kendisini levmeden, kendisini kınayan, kendi hatalarına daha çok dikkatle bakan bir insan olmayı, böylece tavsiye ederlerdi. O zamandan beri sahabe-i kiram, evliyaullah, ilmiyle âmil olan büyük alim zâtlar hep böyle hareket ederlerdi.

Tabii şimdi burada yanlış bir şey, bir fikir de anlaşılmasın:

"--Ben kendim tam yapamıyorum, o halde halka emr-i ma'ruf yapmayayım, güzel şeyleri söylemeyeyim mi?.. Ben sözümü tutmuyorum ki, kendim tutamıyorum ki, günahlardan kendimi kurtaramamışım ki, başkasına nasihat edemem mi?.." diyeceğiz.

Hayır. Çünkü tam mânâsıyla kusursuz, mükemmel hiçbir insan olmaz. Herkesin açığı, kusuru olur. Kusurlu insan konuşmayacak olursa, o zaman dinde hiç nasihat, vaaz, öğretim, eğitim olamaz.

Onun için insanın kendi kusurları da olsa, kendisine ait o kusurların muhakemesini kendisi yapsın. Ama doğru bildiğini söyleyecek, halkı iyiliğe teşvik edecek. Halkı kötülükten vazgeçirmeye gayret edecek. Yâni herkes hizmet, emr-i ma'ruf, bildirme, öğretme vazifesini yapacak; kendisinin kusurları olsa bile... Bu, "Kendin kusurluyken vaaz etme!" demek değil. "Vaaz et ama, vaazını önce kendin tut!" demek oluyor.

b. Bildiğiyle Amel Etmemenin Cezası

Bir insan kendisi vaaz eder, nasihat eder, dini öğretir de kendisi tutmazsa; tabii onun çok günah olduğunu gösteriyor bu âyet-i kerime.

Hadis-i şerifler de var bu hususta. Peygamber SAS buyurmuş ki:

(Meselül-àlimillezî yuallimün-nâsel-hayra ve lâ ya'melü bihî, kemeselüs-sirâci yudîu lin-nâsi ve yuhriku nefsehû.) "İnsanlara hayrı, doğru yolu, güzel şeyleri, Allah'ın rızasına uygun ahkâmı öğreten, ama kendisi onu işlemeyen alim neye benzer? Kendisi yanıpÊetrafı aydınlatan kandile benzer."

Kandilin içinde yağ vardır, fitil vardır. Fitil yağı çeker, yakar. Sonunda yağ da biter, fitil de biter. Hà, böyle başkasına öğretip de kendisi tutmazsa bir insan, kandil gibidir. Evet etrafı aydınlatıyor ama, yanarak, kendisini yakarak, kendisini mahvederek aydınlatıyor. Onun için bu durumda olmaması lâzım!

Peygamber SAS Efendimiz, Enes ibn-i Mâlik RA'den rivâyet edildiğine göre Mi'raca çıktığı zaman bazı manzaralar gördü. Gördüğü olayları Cebrâil AS'a sordu. Meselâ:

(Merartü leylete üsriye bî alâ kavmin tukradu şifâhühüm bimekàridın minen-nâr. Kultü: Men hâülâi?) "Ben Mi'raca çıkartıldığım gece, bir takım insanların yanından geçtim. Orada baktım ki, ateşten makaslarla bazı insanların dudakları kesiliyor, kopartılıyor. 'Bunlar kimdir?' diye sordum. Denildi ki:

(Kàlû: Hutabâü ümmetike min ehlid-dünyâ mimmen-kânû ye'murûnen-nâse bil-birri ve yensevne enfüsehüm ve hüm yetlûnel-kitâbe efelâ ya'kılûn) 'Bunlar senin ümmetinden ehl-i dünya olan bazı hatiplerdir ki, ümmetine bunlar hitâp ettiler, söz söylediler ama kendileri ehl-i dünya... Yâni ahireti değil de dünyayı elde etmeye çalışan, dünyalık peşinde koşan, kaygıları ahiret olmayıp dünya olan insanlar... Bunlar insanlara iyiliği emrediyorlardı ama, kendilerini unutuyorlardı. Kitabı okudukları halde, kendileri yapmıyorlardı. Onların hiç mi akılları yoktu, hiç mi akletmemişlerdi?" diye böyle cevap verildi.

Demek ki, "Alimlerin ilmiyle âmil olmayanları, sözünü kendisi uygulamayanları cezalandırılacak." diye Peygamber Efendimiz'in bildirdiği hadis-i şeriflerden birisi de bu.

Bir başka hadis-i şerif ki, Üsâme RA'den rivâyet edilmiş:

(Yücâu bir-racüle yevmel-kıyâmeh) Kıyamet gününde bir adam ortalığa getirilir. (Feyulkà fin-nâr) Ve ceheneme atılır. (Fetendeliku bihî aktâbühû) Barsakları karnından patlayıp çıkar. Bir ucu karnında, bir ucu patlamış, uzamış gitmiş; (feyedûru bihâ fin-nâri) bu bağırsakları yere dökülmüş vaziyette, ateşin içinde, (kemâ yedûrul-hımâru biruhàhu) değirmenin şeyine bağlanıp da değirmeni döndüren merkebin döndüğü gibi böyle döner. (Feyutîfu bihî ehlün-nâr) Ehl-i nâr da onların etrafına toplanırlar, kuşatırlar onları; adıyla sanıyla tanıyanlar sorarlar:

(Feyekùlûne: Yâ filân, mâ esàbeke) "Ey filânca! Ne oldu, nedir bu senin başına gelen hal? (Elem tekün te'murunâ bil-ma'ruf, ve tenhânâ anil-münker?) Sen bize emr-i ma'ruf yapmaz mıydın, kötülükten men etmez miydin; bu ne hal?" diye sorarlar.

(Feyekùlu: Küntü âmiruküm bil-ma'rûf, ve lâ âtîhî ve enhâküm anil-münker ve âtîhî.) "Evet ben size iyilik yapın diye söylerdim ama, iyiliği kendim yapmazdım. Kötülükten kaçının derdim, ama kendim kaçınmazdım." diye cevap verdiğini Buharî ve Müslim kitabına kaydetmişler. Yâni sahih hadis-i şeriflerden birisi de bu.

Ahmed ibn-i Hanbel Enes RA'den rivayet etmiş ki, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş:

(İnnallàhe yuàfil-ümmiyyîne yevmel-kıyâmeti mâ lâ yuàfil-ulemâ'.) "Kıyamet gününde Allah ümmî insanları affeder de, âlimleri affetmez."

Alimlerden affetmediği şeyleri ümmîlerden affeder. Çünkü bilgisine göre o elinden geldiğince bir şeyler yapmış. Ama alim bilgisine göre yapması gerekenleri yapmadığı için, kurtulmuyor. Ötekisi az bilgisiyle uyguladığı için kurtuluyor.

Evet, bütün bunlar, bu ayet-i kerime her ne kadar, yahudilerin böyle başkasına iyi şeyleri söylediği halde kendisi yapmayanları hakkındaysa da, bu hükmün bütün dinlerde ve bizler için de geçerli olduğunu gösteriyor. Bu ayetin hükmünün umûmî olduğunu gösteriyor.

Bir hadis-i şerif daha, El-Velid ibn-i Ukbe RA, Peygamber Efendimiz'den rivayet etmiş:

(İnne ünâsen min ehlil-cenneh, yettaliùne alâ ünâsin min ehlin-nâr) Cennet ehlinden bazı kişiler, cehennem ehlinden bazı insanlara şöyle yukardan bakarlar. Kendileri cennette ama, ötekilerin durumunu Allah gösteriyor. (Feyekùlûne: Bime dehaltümün-nâr?) Ve onlara yukardan sorarlar ki:

"--Siz ne yaptınız da cehenneme düştünüz? (Fevallàhi mâ dehalnel-cennete illâ bimâ teallemnâ minküm) Vallàhi biz cennete, sizin söylediğiniz sözleri uygulayıp girdik. Yâni siz niye cehenneme girdiniz?" diye sorarlar.

(Feyekùlûne) O cehennemdekiler de bu, kendilerine soru soran cennettekilere derler ki: (İnnâ künnâ nekùlu ve lâ nef'alü)

"--Evet biz söylüyorduk ama uygulamıyorduk, yapmıyorduk." derler.

Demek ki ilmiyle âmil olması lâzım!..

c. Emr-i Ma'ruf Yapmanın Şartları

İbn-i Abbas RA'ya bir zât gelmiş. Demiş ki:
"--Ben emr-i ma'ruf, nehy-i münker yapmak istiyorum, ey Abbas'ın oğlu!" demiş.
O da demiş ki:
"--Sen bu işte kendini yetiştirdin mi, tamam mı durumun?"
"--Eh, ümid ediyorum ki, yetiştirdim."
Buyurmuş ki:
"--Ama sakın Kur'an-ı Kerim'deki şu üç âyet sebebiyle, mahcup duruma düşmeyesin! Düşmeyeceksen emr-i ma'ruf, nehy-i münkeri yap!"
Demiş ki:
"--Nedir o âyet-i kerimeler?"

O âyetlerden birisi bu işte açıklamasını yaptığımız Bakara Sûresi'nin 44. âyeti:

(E te'murûnen-nâse bil-birri ve tensevne enfüseküm) (Bakara: 44)

(E hakemte hâzihî), veyahut (E hakkemte hâzihî) "Sen bu âyet-i kerimeyi anladın ve hazmettin, içine yerleştirdin mi? Bu hususu sağladın mı?.. Yâni insanlara iyiliği emredip kendisini unutmama hususunda tamam mısın?"

(Kàle: Lâ) "Hayır, yâni tam öyle değilim." dedi.

O ikinci âyet hangisi?.. Saf Sûresi'ndeki âyet-i kerime:

(Lime tekùlûne mâ lâ tef'alûn. Kebura makten indallàhi tekùlu mâ lâ tef'alûn) (Saf: 2-3) "Niçin yapmayacağınız, yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? Böyle şeyleri söylemek, yapmadığını söylemek, yapmayacağını söylemek Allah'ın indinde çok büyük kızgınlığa, gazab-ı ilâhinin çekilmesine sebep olur."

"--Bu âyet-i kerimeyi bildin, anladın; buna göre kendin tertibatını aldın mı?"
"--Yok, o da yok..."

E üçüncüsü ne?.. Şuayb AS kavmiyle konuşurken hikâye ediliyor ki Kur'an-ı Kerim'de, âyet-i kerimede bildiriliyor ki:

(Ve mâ ürîdü en uhâlifeküm ilâ mâ enhâküm anhu) "Ben sizi nehyettiğim konularda, ona muhafelet, ona aykırı hareket etmeyi istemiyorum. (İn ürîdü illel-ıslâha mesteta'tü) Gücüm yettiğince ortalığı düzeltmek istiyorum." demiş.(Hûd: 88)

"--Bu âyet-i kerimeyi de anladın, bunu da yapacak hâle geldin mi?"
"--Hayır." demiş adam.

O zaman buyurmuş ki İbn-i Abbas:

(Febde' binefsike) "O zaman sen kendi nefsinden başla işe!.. Yâni kendini ıslâhtan başla. kendini düzelt. Ondan sonra emr-i ma'ruf, nehy-i münker yapacak hâle gel."

Diğer bir hadis-i şerif, İbn-i Kesir kaydediyor bu âyet-i kerimenin açıklamalarında... Peygamber SAS, Abdullah ibn-i Ömer RA'dan rivâyet edildiğine göre buyurmuş ki:

(Men dean-nâse ilâ kavlin ev amelin ve lem ya'mel hüve bihî, lem yezel fî zılli sahatillâhi hatta yeküffe ev ya'mele mâ kàle ev deâ ileyh.) "Bir kişi ki, insanları bir söze, bir işe teşvik ediyor, davet ediyor, yapın diyor ama kendisi yapmıyorsa; o daima Allah'ın gazabı, gölgesi altındadır, bu işten vazgeçinceye kadar; yâhut söylediği sözü kendisi tutup, tavsiye ettiği işi kendisi yapıncaya kadar... Şunu yapın, bunu yapın dediği hususu kendisi yapıncaya kadar Allah'ın gazabındadır."

Tabii bu 44. ayetin sonunda da, (Efelâ ta'kılûn) "Akletmez misiniz, akletmiyecek misiniz?" buyruluyor. Bu, iyiliği emredip de kendisi tutmamanın cahillik olduğunu gösteriyor, akılsızlık olduğunu gösteriyor. Akıllılığın böyle hareket etmemeyi gerektirdiğini gösteriyor. Akıllı insan tedbirini alır, söylediğini kendisi uygular demek oluyor. O da çok önemli!

Demek ki, bu âyet-i kerime hepimiz için son derece önemli âyetlerden birisidir. Hatırımızdan hiç çıkmamalı. İyi insan olmaya çalışacağız. İyiliği emredeceğiz, kötülükten men edeceğiz ama ilkönce tavsiyemizi kendimiz tutmaya çalışacağız.

Pekiyi bu nasıl olacak? İnsanlar niçin günah işliyorlar. Yâni günah işleyenlerin hepsi böyle münkir değil, hepsi ateist değil, hepsi kötü değil... Ama yine de günahsız insan da bulunmaz diyoruz, hatasız kul bulunmaz diyoruz. Ne yapmak lâzım?..

d. Sabır ve Namazla Yardım İsteyin!

Bir tavsiye geliyor 45. âyet-i kerimede; o zamanki o insanlara tavsiye olduğu gibi, bize de yine tavsiye:

(Vestaînû bis-sabri ves-salâh, ve innehâ lekebîretün illâ alel-hâşiîn.) (Bakara: 45)

(Vestaìnû) "İstiàne ediniz, yardım isteyiniz" demek. "Avn isteyiniz, yardım sağlayınız." Neyle?.. (Bis-sabri) "Sabırla, (ves-salâti) namazla. Sabırla, namazla yardım sağlayınız, kendinize güç sağlayınız!" Yâni o kötü durumdan kendinizi kurtarmak için sabra ve namaza sarılınız.

Bu yahudi âlimleri için de, sözünü söyleyip de kendisi uygulamayan münafıklar için de, Peygamber Efendimiz'in zamanındaki ve şimdiki insanlar için de önemli iki şey var: Birisi sabır, ötekisi namaz...

Tabii insanın dişini sıkması lâzım. Yâni neye sabredecek? Meselâ niçin Allah'ın emrini tutmuyor? Niçin Peygamber Efendimiz'in hizmetine girmiyor? Niçin Kur'an'ın hitâbına tâbi olmuyor? İşte dünya menfaati için. Onlara karşı sabırsız.

Sabır lâzım yâni. Allah yolunda kendisine gelecek meşakkatlere, sıkıntılara, zorluklara, bir takım yoksulluklara sabretmediği için, sabırsızlıktan dolayı yapıyor tabii, günahları yapanlar. Sabır tavsiye ediliyor, namaz tavsiye ediliyor.

Bu sabır hakkında bir kaç çeşit izah var: Birincisi; (sabr alel-farâiz) yâni Allah'ın farz kıldığı ibadetlere yapmağa sabredecek, sebat gösterecek. Nefsini zorlayacak, meşakkat ve sıkıntılara sabredecek, onları göğüsleyecek, onları göze alacak. Çünkü cennetin yolu böyle imtihanlıdır. Çok tatlı gibi görünmeyen şeyler vardır. Sabrederse iltifatı alır. Bir umûmî mânâsıyla sabır mânâsı veriliyor.

İkincisi; burdaki sabırdan maksat oruçtur deniliyor. Çünkü insanı sabırlı olmaya alıştıran en elle tutulur, mücerred değil de müşahhas, yâni somut iş, plân nedir? Oruç tutmaktır.

--Sabırlı ol!
--Tamam, sabırlı olayım ama olamıyorum işte...

Sabırlı olmak için çare nedir?.. İşte bir elle tutulur çare, oruç tutmak. Oruç tutmakla ne yapıyor bir insan? Herkes bunu yapıyor, çocuk da yapıyor, cahil de yapıyor; şu vakitten şu vakite kadar belli şeyleri yapmıyor. Yapmaktan kendisini tutuyor. "Oruçluyum ben!" diyor. Yemek yemiyor, su içmiyor vs. İşte bu bir uygulama oluyor. Bu uygulama sonunda da insan sabrı öğreniyor, seviyor. Yâni meselâ, Ramazanın çıkmasını istemiyor insan.

Buradaki sabrın oruç mânâsına geldiğini söyleyenler, "Hattâ Ramazanın bir adı da şehrüs-sabırdır, yâni sabır ayıdır. Çünkü aç durmak, susuz durmak sabrı gerektiriyor ve sabra alıştırıyor, ve ortaya sabır çıkıyor. Yâni sabredebilme meziyetini kazanmak mümkün oluyor. Onun için bu sabırdır, diye izah etmişler.

Hazret-i Ömer RA --Allah cennette buluştursun, şefaatine erdirsin-- buyurmuş ki:

(Es-sabru sabrân) "Sabır iki çeşittir. (Sabrun indel-musîbeti hasenün) Bir sabır; musîbet, yâni Allah'ın kendisine isabet ettirdiği kaderin cilvesi, bir şeyin karşısında sabır. Bu güzeldir." diyor Hazret-i Ömer. (Ve ahsenü minhu es-sabru an mehàrimillâh) "Ama, bundan daha güzeli, Allah'ın günah kıldığı şeylere karşı sabretmektir."

Allah'ın haram kıldıkları karşısında sabretmek daha güzeldir. Yâni ağrı geldi, sızı geldi, Karadeniz'de gemisi battı, işi ters gitti, çocuğu şöyle oldu, böyle oldu... Tamam bunlar musibet; acı, zor... E bunlara sabredecek kaderin cilvesidir diye ama, günahlara sabretmek daha önemli.

İşte sabredecek. Yâni sabır hasletine sarılarak yardım sağlayınız. İşte bu dünyaya meyletmemeyi, Rasûle itaat etmeyi böyle sağlayabilirsiniz. Ya da oruç... Oruç tutarsınız, feyizlenirsiniz. Allah güç kuvvet verir, zihniyetinizi değiştirir. "Tamam, ben hata etmişim." diye, iyi insan olmaya dönersiniz.

Bir de namaz... Namaz da öyle. Namaz kıldı mı insan;

(İnnes-salâte tenhâ anil-fahşâi vel-münker, ve lezikrullàhi ekber) "Muhakkak ki namaz fuhşiyâttan, münkerâttan insanı kesinlikle alıkoyar. Çünkü bu, Allah'ın zikri olan namaz çok muazzam, muhteşem, sevaplı feyizli bir ibadettir." (Ankebut: 45)

Namaz kılan insan değişir. Oruç tutan insan değişir. Kötü huylar gider, silinir, pâk olur. O zaman, Allah'ın rızasını kolay yapacak hâle gelir, Allah'ın rızasına aykırı işi kolayca bırakabilir.

(Ve innehâ lekebîratün illâ alel-hàşiìn) "Bu tabii zor bir iştir, büyük bir iştir. Kolay bir iş değildir Allah'ın şu emirlerini tutmak..."

Veya bu innehâ'daki zamir salât'a da gidebilir diyorlar müfessirler. Salâta giderse, namaza giderse; yâni: "Bu namaz kılmak muazzam bir iştir, zor bir iştir." Herkes kalkıp da işte sabah namazına gelemiyor, yatsı namazına gelemiyor, münafıklar gelemiyorlar. "Ama bu, büyük bir ibadettir, sevabı çoktur. (İllâ alel-hàşiîn) "Ancak huşû sahiplerine kolay gelir. Zor gelmez, kolaylıkla yapabilirler." Eğer bu hâ zamiri namaza gidiyorsa...

Ama Kur'an-ı Kerim'den pek çok âyetlerde misalleri var. Bu tavsiye, daha önceki cümlede geçen tavsiyeye de gidebilir. Yâni daha önceki cümlenin mefhûmu hâ zamiri ile ifade edilmiş olur. Yâni Allah'ım bu oruca, namaza devam edin, sabra mülâzemet edin emri, kolay bir iş değildir. Ancak huşû sahibi olanlar bunu kolayca yapabilirler. Herkes kolayca başaramaz demek. Evet, herkes Allah'a mutì kul olamıyor. Başaramıyor.

Huşû ne demek? Haşea, baş eğmek demek aslında. Tabii hakiki mânâsı baş eğmek, ordan mecazi mânâsı da mütevazi olmak, mahviyetkâr olmak, Allah'tan korkan kul olmak mânâsına geliyor. Yâni, "İyi, ileri müslüman, mü'minin daha üst kısmı, kaymak kısmının kolay yapabileceği bir şeydir." mânâsına geliyor. Herkes yapamaz, ancak öyle mütevazi ise o yapabilir. İyi müslümansa, o yapabilir. Allah'tan korkan bir kimseyse, o yapabilir. Ötekilere zor gelir. Eh zor gelirse yapmaz. Yapmayınca da cezasını çeker. Dünya hayatı bir imtihandır.

e. Ahirete İmanın Önemi

Şimdi bu huşû sahipleri kimlerdir? 46. âyet-i kerimede onların vasfı anlatılıyor.

(Ellezîne) "O kimselerdir ki bunlar, bunlar o kimselerdir ki, (yezunnûne ennehüm mülâkù rabbihim) bilirler ki, Rablerine kavuşacaklardır, Rableriyle karşılaşacaklardır; (ve ennehüm ileyhi râciùn) ve onlar Allah'a rücû edeceklerdir, Allah hükmedecektir." (Bakara: 46)

Yâni hükmedecektir deyince tabii, din gününün sahibi, mâliki Allah hükmedecek, günahlardan dolayı ceza verecek demektir. Bu kavuşma sadece bir düz kavuşma değildir.. İşleri de Allah'ın hükmüne kalmıştır. Allah affettim derse, hesabı iyi çıkarsa; lütfedecek cennetine sokacak. Ama cezalandırılmasını hükmederse, emrederse, o zaman cehenneme atılacak. Ondan da korkması lâzım!

İşte ondan dolayı, huşû sahibi insanlar bilirler ki, yanlış iş yaptıkları zaman cezalandırılacaklar; başları önlerine eğiktir, tir tir titrerler. Takva ehlidirler. Onun için onlar kolaylıkla yapabilir bu işi. Allah'ın huzuruna varacaklarını bildikleri için...

Şimdi burda tabii bir (yezunnûn) kelimesi geçiyor. "Onlar o kimselerdir ki, zannederler ki Allah'a kavuşacaklardır ve ona döneceklerdir." Burdaki zan sözü bizi şaşırtmasın. Kur'an-ı Kerim'de zan sözünün geçtiği âyetlerde, çoğunlukla bu, bilmek mânâsına gelir. Bunun misalleri de var âyet-i kerimelerde... Onlardan bir iki ayet okuyalım:

(Ve rael-mücrimûnen-nâra fezannû ennehüm müvâkıùhâ) "Ahirette mücrimler cehennemin yanına götürecekler; suçlu olarak oraya elleri ayakları bağlı, zebaniler tarafından sevkedilip, götürülüp cehennemi görecekler." Korkunç bir manzara, alevler fışkırıyor. Cehennem çok korkunç bir şey... (Fezannû ennehüm muvâkıùhâ) "İçine atılacaklarını zannettiler." (Kehf: 53)

Orda artık zannetmek, bizim anladığımız, bugün kullandığımız mânâya olmadığı kesin. Bakın burda, "Bilirler ki oraya atılacaklar." demek. Çünkü gördükten sonra artık şek ve şüphe kalmaz. Türkçede zan, "zannediyorum ki" dediğimiz zaman, şüpheli bir durum. Ama burada öyle değil; iyice bilmek, yakîn mânâsına.

Başka bir ayet daha hatırlayalım: Ahirette yine hesabı görülüp de cennetlik olduğunu gören bir insan da diyecek ki:

(İnnî zanentü ennî mülâkın hisâbiyeh) "Ben biliyordum, bilmiştim ki, hesabım olacak; ona göre tedbirli davranmıştım. Böyle Allah'a itaatli hareket etmiştim." diyecek. (Fehüve fî îşetin râdıyeh. Fî cennetin àliyeh.) "O cennete götürülecek." (Hâkka: 20-22) Yâni orda hesabı görüldükten sonra, artık "sanıyorum ki" gibi bir mânâ olmadığı kesin.

Âyet-i kerimelerde böyle kesin bilmek mânâsına geldiği gibi, hadis-i şeriflerde de var bu mânâ. Onu okuyalım, sahih haberlerde geldiğine göre:

(Ennellàhe teàlâ yekùlû lil-abdi yevmel-kıyâmeti) Allah-u Teàlâ Hazretleri, kıyamet gününde buyuracak ki: (E lem üzevvicke) "Ben seni ev bark sahibi yapmadım mı? Evlendirmedim mi? (E lem ükrimke) Ben sana ikramlarda bulunmadım mı ey kulum? (E lem usahhir lekel-hayle vel-ibile) Ben sana atları, develeri mal olarak verdim; 'Üstüne bin, etinden istifade et, sütünden istifade et!' diye bunları musahhar kılmadım mı ey kulum?.."

Bunları böyle sorunca: (Feyekùlü: Belâ) "Evet yâ Rabbi bunları hep dünyada bana verdin" diyecek. Onun üzerine, (feyekùlüllàhu teàlâ) Allah-u Teàlâ Hazretleri ona soracak." İfade burda, delil olarak getirilen asıl nokta burada, geliyor kelime: (E zanente enneke mülâkî) "Bilmedin mi ki bana kavuşacaksın?.." Yâni burda zanente fiili, "Sandın mı ki bana mülâki olacaksın?" diye tercüme edilmez.

(Fe yekùlü: Lâ) O zaman: "Hayır, onu hiç düşünmedim" deyince; (El-yevme ensâke kemâ nesîtenî) "Sen beni unuttuğun gibi ben de seni bugün unuttum. Yâni, sana rahmetmeyeceğim, senin duana, tazarrùna, isteğine nazar etmeyeceğim, cehennemlik olacaksın!" diye hadis-i şerifte de böyle geçiyor.

Demek ki bu huşû sahibi insanlar kimlerdir? (Ellezîne) "O kimselerdir ki, (yezunnûne), yâni ya'lemûne, yakìnen çok iyi bilenlerdir, Rablerine, yâni ahirete kavuşacaklarını..."

(Ve bil-âhireti hüm yûkınûn) diye geçmişti ya Bakara Sûresi'nin başında... Çok kesin, yakîn ile, şeksiz şüphesiz bilenler ve kendilerinin hesabını Allah'ın göreceğini bilen insanlar... İşte onlar, böyle ahiret korkusuna sahip olan insanlar. Hataları da olsa, hatanın ilacı nedir, hatalı yoldan dönmenin şekli nedir?.. Namazdır, oruçtur, sabırdır, sebattır.

Peygamber SAS Efendimiz, Hüzeyfetübnül-Yemân RA'ın rivâyet ettiğine göre:

(Kâne izâ hazebehû emrun sallâ) "Kendisine zorlu bir iş geldi mi başına, Peygamber Efendimiz'in, üzücü bir iş kendisine geldi mi (hazebehû emrun) yâni, (hazebe rasûlüllàh emrun), bir iş Rasûlüllah'a zor geldi mi, zor bir işle, çetin bir işle karşılaştı mı ne yapardı hemen?.. (Sallâ) "Namaz kılardı."

Başka bir rivâyette de:

(Kâne rasûlüllàh SAS, izâ hazebehû emrun fezia iles-salâh) "Hemen namaza sarılırdı, namaza kalkışırdı ve namaz kılardı. Teselliyi namazda bulurdu. " Namaz için, gözümün bebeği diye buyurmuş.

Hazret-i Ali RA'dan de rivayetler var. Ondan önce, yine Huzeyfetübnül-Yemân'dan:

(Raca'tü ilen-nebiyyi SAS, leyletel-ahzâb) "Kureyş ve diğer kabilelerin gelip Medine'yi kuşattıkları zaman, o zorlu günde vardığında baktı ki, (ve hüve müştemilün fî şemletin yusallî) Rasûlüllah Efendimiz'i namaza durmuş vaziyette gördü. (Ve kâne izâ hazebehû emrun sallâ) Çünkü, Rasûlüllah Efendimiz çetin işlerle karşılaştığı zaman, üzüldüğü zaman, zorlandığı zaman namaz kılardı."

Hazret-i Ali RA diyor ki:

(Lekad raeytenâ leylete bedrin) "Bedir'de, Bedir gecesinde bizi görmüştüm. (Ve mâ fînâ illâ nâimün) İçimizde uyumayan hiç kimse yoktu." Çünkü o Bedir gecesinde Allah, bir uyku bastırttı ümmet-i Muhammed'e... Hepsini uyku bastı, hepsinin gözleri kapandı, uyudular. Böylece dinlendiler, Bedir Savaşı için hazırlık oldu.

"İçimizde hiç uyku tutmayan yoktu, herkes uyudu; (gayra rasûlüllah SAS) ancak Peygamber SAS Efendimiz uyumadı. (Yüsallî ve yed'ù hattâ asbaha) Namaz kılıyordu, candan, içten, derûndan dua ediyordu, sabaha kadar..."

Demek ki, Peygamber Efendimiz teselliyi namazda buluyordu. Bu ayet-i kerimede de, "Oruçla, namazla veyahut sabırla, namazla kendinize destek sağlayın!" buyruluyor. Efendimiz de onu uyguluyordu, bu onu gösteriyor.

Hazret-i Ebû Hüreyre RA, böyle kıvrılmış duruyordu. Peygamber Efendimiz yanından geçerken sordu:

(E şikem derd?) "Karnın mı ağrıyor? Karnın da bir hastalık mı var, ağrı mı var?" diye Farsça sordu.

Demek ki, Ebû Hüreyre RA Farsçayı bilen bir kimse, onun diliyle soruverdi Peygamber Efendimiz. (Kàle: Neam) Ebû Hüreyre RA da, "Evet." dedi.

Ona ne tavsiyede bulundu Peygamber Efendimiz: (Kum fesallî, feinnes-salâte şifâün!)

"--Kalk, namaz kıl; çünkü namaz şifâdır!" buyurdu.

Karnı ağrıyor; "Kalk namaz kıl, çünkü namaz şifâdır." buyuruyor.

Peygamber Efendimiz namazla teselli bulurdu. Mühim işlerle, çetin işlerle karşılaştığı zaman, üzüldüğü zaman, zorlandığı zaman namaza sarılırdı.

Burda da o doğru yola gelemeyen, halka nasihat verip de kendisi tutamayan insanlara, sabır tavsiye ediliyor, namaz tavsiye ediliyor. Böylece günahları affolsun, nefisleri tepelensin, ıslah olsun da hayrı yapabilecek hale gelsinler. Bu işleri yapmak kolay değil, ancak ibadetle mümkün...

Onun için dervişlik lâzım! Kısaca, kendi tarihimizden, örfümüzden bildiğimiz şey, derviş olmak lâzım!.. Derviş olmak nasıl oluyor?.. Sabırla oluyor, namazla oluyor. Bu herkese kolay bir şey değil, ancak huşû sahipleri yapabiliyor bu işleri... Çünkü, onlar kesin olarak biliyorlar ki, Rablerine kavuşacaklar ve işleri Allah'ın hükmüne kalmış olacak. Ondan korkup, onun için böyle kendilerini derleyip toparlayabiliyorlar.

Ama bunlar, bu ilâçlar herkes için tedbir; mü'min için, münafık için, ehl-i kitap için, herkes için tedbir... Namaz, sabır, oruç tedbir. Böyle yaparsa, bir feyiz gelir, bir hal gelir, kötü halleri değişir, iyi hale döner insan... Yapamadığı iyilikleri yapabilir, şeytandan yakasını, paçasını kurtarabilir, aziz ve sevgili Ak-Televizyon seyircileri ve Akra dinleyicileri!

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi hayırları işlemeğe muvaffak eylesin... Tevfikını bize refîk eylesin... Haramlardan, günahlardan korunmayı nasîb eylesin... Rızasına uygun ömür sürmeyi nasib eylesin...

Böyle eski ümmetlerde, insanlar raydan çıkıp, yoldan çıkıp, dinlerinin, kitaplarının icabını yapamaz duruma düştükleri gibi, biz de o durumlara düşebiliriz. Tehlike bizim için de var. Aklımızı başımıza toplayalım, dinimize sımsıkı sarılalım! Kur'an-ı Kerim'e sarılalım ve namazla, oruçla, ibadetle, itaatle kendimizi koruyalım!..

Bütün bu İslâm'ın emirleri, Kur'an'ın emirleri, hepsi birer şifâdır. Namaz şifâdır dedi ya Peygamber Efendimiz, Allah'ın bütün emirleri birer şifâdır, mânevî şifâdır.

İnsanın derdi var... Meselâ, "Hocam benim dervişliğim zayıfladı, bugünlerde kalbim karardı." diyor, ilaç, çare soruyor. İşte ilaç ibadet... O zikir ilaç, o namaz ilaç, o oruç ilaç... Allah'ın emrettiği her şey, hattâ zekât bile ilâç... O zekâtı verdiği zaman kalbinde, gönlünde, kafasında değişiklik oluyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri İslâm'ın kıymetini bilmeyi, ibadetleri sevmeyi, ibadetleri aşk ile, şevki ile yapmayı; böylece sevdiği kul durumuna gelmeyi, sevdiği kulu olarak yaşayıp, sevdiği işleri yapıp, ümmet-i Muhammed'e faideli olup, boşa ömür geçirmeyip; yardıma muhtaç kardeşlerimize yardım elini uzatıp, yapılması gereken hizmetlere koşup, yapıp; İslâm'ı ve müslümanları feraha, huzura, surûra, izzete, nusrete ulaştırmakta bize hizmetler nasîb eylesin...

Gafletten ikàz eylesin... Yolunda dâim eylesin... Hüsn-ü hàtimeler nasîb eylesin... Huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmayı, cennetiyle, cemâliyle müşerref olmayı nasîb eylesin... Peygamber Efendimiz'e Firdevs-i A'lâ'da komşu eylesin...

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

27. 04. 1999 - AVUSTRALYA