02 MART 1999 AKRA TEFSİR SOHBETİ (Bakara: 30)

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN Rh.A

Hazırlayan: Erkayalar

----------------------

ALLAH-U TEÀLÂ'NIN İNSANI YARATACAĞINI MELEKLERE BİLDİRMESİ

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Televizyon izleyicileri ve Ak-Radyo dinleyicileri! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Size seyahat esnasında, hac yolunda bu tefsir sohbetimi yapıyorum. Bugünkü sohbetimizin mevzuu olan ayet-i kerime, Bakara Sûresi'nin 30. âyet-i kerimesi. Bir ayet-i kerime...

Allah-u Teàlâ Hazretleri Bakara Sûre-i Şerifesi'nin 30. ayet-i kerimesinde buyuruyor ki, bismillâhir-rahmânir-rahim:

(Ve iz kàle rabbüke lil-melâiketi innî câilün fîl-ardi halîfeh, kàlû e tec'alü fîhâ men yüfsidü fîhâ ve yesfiküddimâe ve nahnü nüsebbihu bihamdike ve nukaddisü lek, kàle innî a'lemu mâ lâ ta'lemûn.) (Bakara: 30)

Bu ayet-i kerime insanoğlunun yaratılmasından önce, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin insanları yaratacağını meleklere bildirmesi üzerine, meleklerin de:

"--Yeryüzünde böyle bir mahlûk yaratacaksın yâ Rabbi; onlar yeryüzünde fesat çıkartacaklar, kanlar dökecekler. Halbuki biz seni tesbih ediyoruz, seni takdis ediyoruz." demeleri;

Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin de:

"--Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." buyurması konusunda. Ayet-i kerime bu. Şimdi izahına geçelim:

a. Allah'ın Bir Halife Yaratacağını Bildirmesi

(Ve iz kàle rabbüke lil-melâiketi) İz, Arapça'da bir edattır, zaman bildirir. İzâ da zaman bildirir. Yâni iz'den sonra bir elif de gelip izâ olursa, o vakit ki mânâsına gelir. Meselâ:

(İzâ câe nasrullàhi) "O vakit ki, Allah'ın nusreti geldi, geldiği zaman." (Nasr: 1) İngilizcesi (when) gibi, "o vakit ki" mânâsına gelir. İz olunca da, "Hani o vakit var ya, an o zamanı ki..." mânâsına gelir. Eski, mâzide olmuş bir olayın yâdı, hatırlatılması bahis konusu olduğu zaman kullanılan bir edat.

(Ve iz kàle) "Hani hatırla o zamanı ki, (rabbüke) senin Rabbin ey Muhammed-i Mustafâ, ey Rasûlüm, ey benim Rasûlüm..." (Rabbüke)'de ke zamiri geldiği için, "senin Rabbin" diye hitabın Peygamber Efendimiz'e olduğu aşikâr oluyor. (Lil-melâiketi) "Meleklere Rabbin demişti ki: (İnnî câilün fîl-ardı halîfeh) Ben yeryüzünde bir halife yapacağım!"

Bu iz, "İşte o zamanı hatırla, o zaman var ya..." mânâsına gelen bir edat. Bir çok ayet-i kerimelerin başında, böyle mâzîde olan bir şeyi yâd etmek, hatırlatmak bahis konusu olduğu zaman geçer. Meselâ:

(Ve iz yerfeu ibrâhîmül-kavâide minel-beyti ve ismâîl) "Hani, yâd eyle o zamanı ki, İbrâhim Beytullah'ın temellerini yükseltiyordu ve İsmâil de ona yardım ediyordu." (Bakara: 127) Böyle bir çok ayet-i kerimelerde geçiyor.

(Kàle) "Dedi" demek. "Dedi" demek ama, biz "Allah-u Teàlâ Hazretleri dedi." demiyoruz, edeben "buyurdu" diyoruz. Çünkü dedi sözü, sıradan insanların birbirleriyle konuşmasında çok kullanılan bir kelime. Onun için biz, Allah-u Teàlâ Hazretleri kàle fiilini kullandığı zaman, "buyurdu ki" diyoruz hürmeten. Buyurmak aslında, emretmek demek. Onun her sözü bir emir, başımızın tacı olduğu için, öyle bir edeble söylüyoruz, tercümeyi öyle yapıyoruz. Ê

(Rabbüke) ""Ey Rasûlüm, senin Rabbin..." Yâni, Peygamber Efendimiz'e Allah-u Teàlâ Hazretleri "Ben azîmüş-şân" demiyor, "Senin Rabbin" diye bildiriyor. Kendisinin böyle dediğini, bu ifadeyle bildiriyor. Böyle kullanma, azamet ifade eden bir kullanma. Yâni, "Ben böyle söyledim." demeyip de, "Senin Rabbin hani demişti ki..." diye söylemek, bir saygı ve azamet ifade eden kullanım şekli Arapça'da.

(Melâikeh) Melek kelimesinin bir çoğulu. Emlâk diye de çoğulu gelir. Ama emlâk mülk kelimesinin de çoğulu olduğundan, biz onu pek kullanmıyoruz. Fakat hadis-i şeriflerde ve başka ibarelerde bazen emlâk sözü de geçer. Emlâk ve melâike, melekler demek. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin yarattığı mübarek varlıklar. Hiç Allah'a âsi olmayan, emrettiğini derhal yapan mutî varlıklar, itaatkâr varlıklar melekler.

"Meleklere Rabbin hani demişti ya, o zamanı hatırla..." Tabii hatırla denmiyor, biz onu sözün gelişi olarak, bu makamda söylendiğini ifade ediyoruz. Hatırla ve hatırlat... Yâni "Kendin bil ve bunu da kavmine anlat ve onlar da bilsinler meseleyi, bu hususa muttali olsunlar." demek yâni.

(İnnî câilün) Câil, ceale fiilinden ism-i fâil. "Muhakkak ki ben yapıcıyım, (fîl-ardı hàlifeh) yeryüzünde bir halife yapıcıyım." demek, yapacağım mânâsına. Böyle isim cümlesinde İsm-i fâil kullanıldığı zaman, istikbalde böyle olacak, daha yaratılmamış insan nesli. (İnnî câilün fîl-ardi hàlifeh) "Yeryüzünde bir halife yapıcıyım." Ben yapanım sözü, yapacağım mânâsında kullanılan, o da Arapça'nın özelliklerinden, istikbale ait bir şeyi yaparken böyle ifadeyle anlatılır Arapça'da bazen. Tabii istikbal sigası da ayrıca var.

(Ceale) Kılmak, yapmak mânâsına geliyor. Ama yaratmak mânâsına da kullanılır. Bir çok ayet-i kerimelerde yaratmak mânâsına da geçer. Burada da: "'Yeryüzünde bir halife yaratacağım!' diye meleklere senin Rabbin demişti ya, işte o zamanı hatırla, hatırlat, yâd et!" mânâsına geliyor.

Şimdi tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri bir halife yaratacağını meleklere bildirmiş olduğunu bu cümleden anlıyoruz.

b. Halîfe Ne Demek?

Halîfe ne demek? Halîfe, faîle vezninde bir kelime. Halefe-yahlufu-halefen fiilinden geliyor. Bir kimsenin, birisinin yerine ondan sonra o işi yapmaya geçmesi, devam etmesi, halef olması, arkasından gelmesi, onun yerine oturması, o işi yapması mânâsına bir fiil bu. Aslında half, arka demek; yâni birisinin arkasından o işi yapmayı devam ettiren mânâsına geliyor.

Peygamber SAS Efendimiz müslümanları yetiştirdi, İslâm'ı tebliğ etti, kendisine indirilmiş olan Kur'an-ı Kerim'i onlara öğrettikten sonra, bir düzenli toplum meydana geldi ve bu bir devlet haline geldi; Medine Devleti... Hatta Peygamber Efendimiz çarşı pazarın usüllerini, kurallarını koydu. Medine Anayasası diye Prof. Hamidullah Bey'in kitaplarında yazılıdır onun maddeleri. Her şeyi düzenledi.

Sonra kendisi elçiler gönderdi civardaki devletlere:

"--Ben Allah'ın Rasûlüyüm, Allah bana Kur'an-ı Kerim'i indirdi, İslâm dinini öğrettirdi, koydu yeryüzüne, İslâm'ı hak din olarak râzı olduğunu beyan etti, Allah indinde geçerli olan din İslâm'dır, siz de müslüman olun!" diye onun zamanında sağ olan, yaşamakta olan hükümdarlara İslâm'ı tebliğ etmek için elçiler gönderdi.

Kendisine elçiler geldi. Bizans imparatoru Herakliyus'a elçi gönderdi. O zamanki Habeş imparatoru Necaşî müslüman oldu. Hatta vefat edince, Peygamber Efendimiz gıyabında cenaze namazı kıldı. Mısır emirine böyle mektup ve hediyeyle elçi gönderdi. Oda bir takım hediyeler ile, gönül alıcı şekilde elçileri geri gönderdi.

İran'a elçi gönderdi. İran hükümdarı Peygamber Efendimiz'in mektubunu parçaladı ve elçisini şehid eyledi. O zaman Peygamber Efendimiz: "Benim mektubunu parçaladığı gibi onun da mülkü parça parça olsun; Allah dağıtsın, parçalasın!" diye beddua edince, oğlu o hükümdarı öldürdü, böylece Allah onu cezalandırdı. Mülkü de hazineleriyle müslümanların eline geçti.

Yâni tam bir devlet düzeni kuruldu Medine'de, onu anlatmak istiyoruz, asıl mesele. Ondan sonra da Peygamber Efendimiz'in arkasından bu düzenin, İslâmî yönetimin devam etmesi için müslümanlar başlarına birisini seçtiler. Bu ehl-i sünnetin inancına göre nasb ile Ebû Bekir-i Sıddîk RA idi. Arkasından o makama geçtiği için ona, (halîfetü rasûlillâh) "Allah'ın Rasûlünün halifesi" denildi.

Böylece halife sözü, müslümanların yönetiminde en yüksek salâhiyete sahip, en büyük yönetici, başkan mânâsına o zamandan beri böyle kullanıldı. Her ne kadar müslümanlar bir tek yöneticinin idaresinde olmayı devam ettiremediler ve parçalandılarsa da; Osmanlılar o hilafet müessesesini Abbasîlerden naklen kendilerine devraldılar ve uzun zaman, asırlarca, bu hilafet Osmanlılar'da bulundu.

Şimdi, "Yeryüzünde ben bir halife yapacağım, yaratacağım!" dedi senin Rabbin meleklere... Bu halife, tabii biz hemen halife kelimesini bildiğimiz için, hilafet müessesesini bildiğimiz zaman, hemen bir devlet başkanı, bir yönetici hatırlıyoruz ama, müfessirlerin ilk izahı böyle değil, ittifak ettikleri mânâ bu değil, şöyle tefsir ediyorlar:

Ey edat-ı tefsirdir. Yâni daha önceki ibarenin açıklaması olacağı zaman başına ey gelir. Biz eyi hitap olarak kullanıyoruz. Ey filanca filan diye Arapça'da o mânâ da var. Fakat ey, yâni mânâsına gelir. Yâni sözü de çekimli bir muzari fiil olduğundan, bazen ya'nî diye kullanılır. Yâni gaib sigası, üçüncü tekil şahıs. Bazen de a'nî diye kullanılır makamına göre, "Ben diyorum ki" mânâsına, mütekellim sigası, yâni birinci tekil şahıs. Onun için yâniden daha çok kullanılan ey edat-ı tefsir.

(Ey kavmen yahlüfü ba'duhüm ba'dan karnen ba'de karnin ve cîlen ba'de cîlin.) diye açıklamışlar. Halife sözünün sahih ciddi tefsir kitaplarında ilk açıklaması bu. Yâni "Bir kavim yaratacağım ki ondan sonrası evvelkilere halef olacak; bir asırdan sonra gelen öteki asırdakiler, evvelki asırdakilere halef olacak; sonraki nesiller önceki nesillere halef olacak." demek mânâsını almışlar.

Buna delil olarak da başka ayet-i kerimeleri de söylüyorlar. Meselâ bir ayet-i kerimede geçiyor ki:

(Hüvellezî cealeküm halâifel-ard) "O Allah'tır sizleri yeryüzünün halifeleri kılan." (Fâtır: 39) Yâni bütün insanlar halife oluyor.

(Ve yec'alüküm hulefâel-ard) "Ve sizleri yeryüzünün halifeleri kıldı." (Neml: 62)

Başka bir ayette, bu iyi insanlar diye birilerini anlattıktan sonra:

(Fehalefe min ba'dihim halfün edàus-salâte vettebeuş-şehevâti fesevfe yelkavne gayyâ.) "Onların arkasından bir takım halef-selef meselesinde başkaları geldi, başka nesiller geldi. Onlar namazı bıraktılar, şehvetlerine tâbi oldular. Tabii onlar cehenneme atılacaklar." (Meryem: 59) buyruluyor.

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki yâni (Halfun ba'de halfin) "Halife yaratacağım yâni böyle peş peşe nesiller boyu birbirlerine halef ola ola devam edecek bir takım varlıklar yaratacağım." mânâsına demiş olduğunu ifade ediyorlar. Tabii bu bir açıklama.

Halîfeten cins isim olarak gelmiş. Yâni (innî câilün fîl-ardıl-halîfete) demiyor, yâni belirli bir kelime olarak, belirli bir şahsı kasdeder şekilde olsaydı, elif-lamlı gelecekti Arapça'da, ma'rife gelecekti. O zaman burada anlaşılıyor ki böyle cins isim olarak gelmesi, özel isim olarak, belirli isim olarak gelmemesi; (lem yürid âdeme aynen) ilk insan, ebul-beşer Hazret-i Adem AS'ı kasdetmediği anlaşılıyor.

Zâten melekler de, "Yeryüzünde fesat çıkartan ve kanlar döken bir varlık mı yaratacaksın?" diye söyledikleri için, Hazret-i Adem de Allah'ın peygamberi olduğundan, peygamberler de büyük günahları işlemekten mâsum olduklarından, Adem AS'ın kasdedilmediği oradan da anlaşılıyor.

c. Meleklerin Soru Sormaları

Yâni yeryüzünde böyle bir varlık cinsi yaratılacağını, yaratacağını Allah-u Teàlâ Hazretleri bildirmiş oluyor. Yâni, "O olayı hatırlamaya devam et, bilmeye devam et, anlat bunları kavmine!" diye ifade devam ediyor. Tabii melekler de diyorlar ki, (kàlû) dediler ki:

(E tec'alü fîhâ men yufsidü fîhâ ve yesfiküd-dimâ') Buradaki e, soru edatıdır. (E tec'alü fîhâ) "Yaratıyor musun, yaratacak mısın yâ Rabbi, (men yufsidu fîhâ) o kimseleri, o varlıkları ki, orada ifsad ediyorlar ortalığı?.. İfsad eden, bozan, fesat çıkartan varlıkları mı yaratacaksın? (Ve yesfiküd-dimâ') Kanlar döken varlıkları mı yaratacaksın?.."

(Ve nahnü nüsebbihu bihamdike) Bu ve ile başlayan cümle hal cümlesi. Nahnü, biz demek Arapça'da. "Biz seni hamdederek sana tesbih ediyoruz. (Ve nukaddisü lek) Seni takdis ediyoruz. Biz seni tesbih ederken, hamdederek, seni takdis ederken, bu vaziyetteyken, hal bu iken, durum böyleyken; orada sen fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir varlık cinsi mi yaratacaksın?.." dediler melekler.

Şimdi tabii, meleklerin bu sözü itiraz değil kesin olarak. Hased de değil, kıskanmak da değil. Neden?.. Çünkü meleklerin vasfında Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:

(Lâ yesbikùnehû bil-kavli) "Allah'ın râzı gelmeyeceği, onlara müsaade etmeyeceği bir sözü söyleyecek varlıklar değil onlar." (Enbiyâ: 27) Onlar öyle nefsaniyete sahip varlıklar değil. Nefsi olan insan, nefsinden dolayı nefsi kabarır, nefsine mağlub olur, itiraz eder; kızar, itiraz eder; kıskanır, itiraz eder... Melekler böyle nefsâniyetten müberrâ olarak yaratılmış olduklarından, onların böyle bir şeyi yok.

Sonra:

(Lâ ya'sùnallàhe mâ emerahüm ve yef'alûne mâ yü'merûn) "Ne emrederse onu yaparlar, Allah'a âsi gelmez bu varlıklar." (Tahrim: 6) Onun için bu sözleri itiraz değildir, hased değildir. Tabii bu ayetleri okuyup yazan insanlardan, elbette böyle söyleyenler çıkmıştır ama, kesin olarak böyle olmadığı anlaşılıyor.

Pekiyi ne oluyor? Bir kaç şey olabilir. Bir, bilgi öğrenmek için, meselenin mahiyetini anlamak için olabilir, buna isti'lâm derler, yâni bilgi almak; ve istikşâf derler, yâni işin mahiyeti, esrarının perdesi kaldırılsın da görülsün mânâsına. Öğrenmek olabilir, hikmetini anlamak için izah istemek olabilir bu soru. (E tec'alü fîhâ) "Öyle bir varlık mı yaratacaksın yâ Rabbi?.." sözünün mânası.

Üçüncüsü de ne olur?.. Taaccüb olur, şaşırma olur. Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin en sevmediği şey, fitne fesat çıkartmaktır. Ayet-i kerime var:

(Vallàhu lâ yuhibbul-fesâd) "Allah fesadı sevmez. Fitneyi, fesadı, karışıklığı, bozgunculuğu Allah sevmez." (Bakara: 205) E şimdi, Allah'ın sevmediği işi yapacak, kendisine âsi gelecek, zulmedecek... Kan dökmek de çok büyük zulümdür. Allah-u Teàlâ Hazretleri fitnenin kan dökmekten daha şiddetli olduğunu beyan etmiştir ayet-i kerimelerde. Şaşırıyorlar. Yâni, "Böyle bir varlığı Rabbimiz niye yaratıyor?" diye taaccüb ettiklerinden, bu soruyu sormuş oluyorlar.

Onların bu mahiyetini anlamak için, ya da esrarını, iç yüzünü öğrenmek için, ya da şaşkınlıklarından... Tabii şaşırıp da taaccüb ettiklerinden, yine bu şeyi soruyorlar. Sorularına karşılık, (kàle) buyurdu ki Allah-u Teàlâ Hazretleri: (İnnî a'lemu mâ lâ ta'lemûn.) "Ben sizin bilmediğinizi bilirim."

(İnnî) Hiç şüphe yok ki, muhakkak ki, (a'lemu) ben bilirim." Alime-ya'lemu'dan mütekellim sîgası. (Mâ lâ ta'lemûn.) "Şol şeyi ki siz onu bilemiyorsunuz, bilemeyeceğiniz, bilmediğiniz şeyleri ben bilirim!" Yâni, "Bunun yaratılışında nice nice hikmetler var ki, siz onları bilemezsiniz, bilmeniz mümkün değil. Ben her şeyi bildiğim için, bunu yaratmayı murad eyledim." diye buyurmuş.

Tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri meleklerine, daha yaratılmamış bir varlıktan bahsediyor, anlatıyor. Onlar da o yaratılmamış mahlûkun yeryüzünde, istikbalde yapacağı fesat çıkartmak, kanlar dökmek meselesini söylüyorlar ve taaccüb ediyorlar bu şeye... Neden?..

Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri, onlara bazı şeyleri bildirdi. O yaratılmışların istikbalde yapacağı şeyleri meleklere bildirdiği için, melekler de o bildirme üzerine, bildikleri kadarıyla hayretlerini ifade ettiler. Hikmetini anlamak için böyle bir söz söylediler. Ama tabii, Allah-u Teàlâ bildirmediği şeyleri beyan etti. "Ben sizin bilmediklerinizi de biliyorum." Çok hikmetler var bu şeyde... Nedir onlar, onları biraz sonra açıklayacağız.

(Ve nahnü nüsebbihu bihamdike ve nukaddisü lek) "Biz seni hamdederek, sana tesbih ediyouz, seni takdis ediyoruz." Bu kelimeleri izah edelim. Tabii bu fesat çıkartmak ve kan dökmek meseleleri hakkında bir iki izah daha var. Onu da sonra, sözümün arkasından söyleyeceğim.

Tesbih etmek, sübhànallah demek. (Nüsebbihu bihamdike) "Yâ Rabbi, biz senin hamdinle seni tesbih ediyoruz." diyor melekler. Hamd ile tesbih etmek ne demek?.. Hamdin ne olduğu, Fatihâ Sûresi'nin ilk ayetinde açıklaması yapılmıştı. Öğmek diyelim kısaca. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin şânını ifade eden sıfatlarını beyan ederek tesbih etmek, Allah-u Teàlâ Hazretleri'ni yâd etmek demek oluyor. Tesbih; noksanlardan, eksikliklerden münezzeh olduğunu ifade etmek demek.

Yâni insan meselâ bir elmayı görse... Anlaşılsın diye misal bulmaya çalışıyorum, misal veriyorum. Elma, rengi filan çok güzel... Alıyor, ısırıyor ama, daha tam olmamış "Yâ bu biraz daha tadını bulmamış, ağacında on gün daha kalsaydı daha iyi olurdu." diyoruz. Yâni tadında bir eksiklik var.

Veyahut, evin her şeyi güzel de, bahçesi tanzim edilmemiş. Diyoruz ki: "Yâ ev çok güzel ama, bu eve bu bahçe yakışmamış." Yâni bir şeyi eksik olduğu zaman, kemâline noksan geliyor, insan ondan rahatsız oluyor.

Tesbih ne demek?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin her işinin, her sıfatının tam kâmil, mükemmel olduğunu ifade etmek demek. Hiç bir noksanının, eksikliğinin olmadığını ifade etmek demek. Sübhànallah demek o... Yâni, "Yâ Rabbi, senin hiç bir eksiğin, noksanın yok!" denmiş oluyor. Bu da çok kıymetli bir söz.

Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri'ni düşünürken, onun hiç bir acizliği, hiç bir güçsüzlüğü, hiç bir bilgisizliği; daha başka bir insanların üzerinde, varlıkların üzerinde gördüğümüz zaman rahatsız olduğumuz, beğenmediğimiz hiç bir eksik sıfatı yok... "Her türlü noksandan müberrâsın, münezzehsin; her türlü kemâl sıfatları ile muttasıfsın!" diye överek, melekler Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne tesbih edip duruyorlar.

Takdis ne demek? Takdis aslında tathir demek, temizlemek demek, pâk eylemek demek. Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin sıfatlarının tertemiz olduğunu; müşriklerin ifade ettiği, ona yamadıkları, onun hakkında söyledikleri abuk sabuk sözlerden münezzeh olduğunu; Allah'ı düşünürken kafalarında teşekkül etmiş olan abuk sabuk sıfatlardan münezzeh olduğunu ifade etmek, temizlemek.

Onun için meselâ: Kudüs ve çevresine El-ardul-mukaddese deniliyor. Kudüs sözü de zâten temiz belde demek. Yâni mukaddes topraklar. Ne demek?.. Temiz topraklar demek, yâni mutahhara mânâsına. Mekke-i Mükerreme diyoruz, Medine-i Münevvere diyoruz. Peygamber Efendimiz'in türbesine de Ravzâ-i Mutahhara diyoruz, temiz mânâsına.

İşte takdis etmek de böyle; pis, eksik, kötü, yakıştırma kelimeler, sıfatlardan tertemiz, pâk yüce olduğunu ifade etmek demek.

Melekler tabii, onların işi böyle Cenâb-ı Hakk'a hamdetmek, takdis etmek... Nitekim Peygamber SAS Mi'raca çıktığı zaman, semâları geçerken, meleklerin Rabbul-âlemin'i hangi kelimelerle tesbih ve takdis ettiğini hadis-i şeriflerde okuyoruz. Onu okuyacaktım ama, şimdi bulamadım satırların arasında...

Öyle işleri tesbih etmek, hamdetmek, takdis etmek. Cenâb-ı Hakk'a övgülerle, şânına lâyık sıfatlarlarıyla onu yâd etmek... Meleklerin işleri bu iken, yâni Allah'a hiç âsi olma durumları yok, dâimâ itaat halindeler; dâimâ hamd, tesbih ve takdis halindeler. Bütün bunlara rağmen, Allah-u Teàlâ Hazretleri yeryüzünde insan neslini yaratıyor. Tabii bunun çeşitli hikmetleri var.

d. Ben Sizin Bilmediğinizi Bilirim

Şimdi, (İnnî a'lemu mâ lâ ta'lemûn.) "Ben sizin bilmediğinizi bilirim!" ne demek? Onun izahında yazılanları biraz okuyalım. Evet insanların bir kısmı kan dökecek, fesat çıkartacak ama, Allah onların içinden sıddîkler, peygamberler, mübarek kullar çıkartacak. Yâni sıddîkler çıkacak, canını Allah yoluna veren şehidler olacak, salih kullar olacak, àbidler olacak, zâhidler olacak... İbadetle ömrünü geçiren, dünya menfaatlerine takılıp ahiretini ihmal etmeyen; aksine dünya menfaatlerini eliyle itebilip, ahiret için çalışan Allah'ın evliyası olacak; ebrâr olacak, ahyâr olacak, mukarrebûn olacak, Allah'a yakın kullar olacak... İlmiyle âmil, ilmini uygulayan, bildiğini tatbik eden âlimler olacak... Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne huşûyla ibadet eden kullar olacak. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin âşık-ı sàdıkları olacak. Rasûlüne en güzel tarzda ittibâ eden insanlar olacak. Onlar da güzel.

İnsan itaatli olduğu zaman çok yüksek derece kazanıyor. Çünkü umûmî kàide olarak biliyoruz, bir işte zahmet meşakkat ne kadar çok olursa, onun mükâfatı da, sevabı ecri de o kadar fazla oluyor.

Şimdi Allah-u Teàlâ Hazretleri meleklere nefis vermemiş, onlar zikr-ü tesbih ile meşguller. İnsanoğluna ise, imtihan için nefis vermiş. Tam da karşısında düşman, (addüvvün mübîn) açık bir düşman olarak şeytan da var. O da onu kandırmaya uğraşıyor. Adem Atamızı cennetten çıkartacak aldatmacalar yaptığını, Kur'an-ı Kerim'den biliyoruz. Adem AS'ın neslini de böyle kandırmak için uğraşıp duruyor. Hatta Adem AS'ın bir oğlunu katil yapmış, öteki kardeşini öldürttürmüş, kandırmış hased duygusuyla... Bütün bunları biliyoruz.

Şimdi insanoğlunun müşkilatı çok. İyi bir kul olması için karşısına çıkan mânîler çok. Nefsi bir mânî, şeytan bir büyük mânî, büyük bir belâ... Dünyanın güzellikleri, nimetleri var. Nefsini onlardan çekebilip Allah'a güzel ibadet etmesi lâzım!..

Çeşitli mâniler varken, eğer Allah'a güzel kulluk edebiliyorsa, o zaman birçok müşkili atlayıp, imtihanları geçip de iyi kulluğu yaptığı için, onun mükafatı çok olacak.

(İnnî a'lemü mâ lâ ta'lemûn.) "Ben sizin bilmediğini nice nice şeyleri, bilmediklerinizi bilirim." Bu hususta bir izah daha olduğunu söyleyecektim. İbn-i Abbas RA rivayet etmiş ki... O da tabii Peygamber Efendimiz'in sevdiği âlim gençlerden birisiydi, Peygamber Efendimiz'in sağlığında. Amcazâdesi, Kur'an-ı Kerim'i çok iyi bilen bir kimse. O konuştuğu zaman, her halde bir yere, bir belgeye, bir bilgiye dayanarak konuşur. Ondan, yâni Hazret-i Abbas'ın oğlu Abdullah'tan rivayet olunmuş ki:

(İnne evvele men sekenel-arda el-cin) "Allah dünyayı yarattığı zaman, yeryüzüne ilk önce cinleri, cin taifesini iskân etmiş." Cin ne demekti?.. Görünmeyen varlıklar. Bu görünmeyen varlıkların çeşitleri var tabii. Cinlerin mü'minleri var, kâfirleri var. "O cinler, (feefsedû fîhâ) yeryüzünde bozgunculuk, fesat çıkarttılar, (ve sefekû fîhed-dimâ') yeryüzünde kanlar döktüler, (ve katele ba'duküm ba'dà) birbirlerini öldürdüler."

Demek ki, bu ifadeden anlıyoruz ki; yeryüzüne insanların iskânından evvel görünmez cin taifesi iskân edilmiş ama, onların kâfir olanları bir takım böyle itaatsizlik, isyan, zulüm, günah olan işler yaptıklarından, Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurmuş oluyor ki: (İnnî a'lemu mâ lâ ta'lemûn.) "Ey melekler, siz, 'Biz hep tesbih ediyoruz, tenzih ediyoruz.' diyorsunuz ama, ben sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum."

Meselâ:

(Kâne minel-cinni ve fesaka an emri rabbihî) "İblis de cinlerden, cin taifesinden bir çeşit idi. Ama Allah'ın emrine âsi oldu." (Kehf: 50) Bak hepiniz itaatli değilsiniz. İçinizden sizin taifenizden böyleleri var. Sonra işte o yeryüzüne gönderilmiş olanlar da böyle fesatlar çıkarttılar. Onun için, başkaları fesat yapmış olduğu için, ifadeniz gerçeği tamamiyle ifade etmiyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri, (İnnî a'lemu mâ lâ ta'lemûn.) "Sizin bilmediğiniz şeyleri ben biliyorum." buyuruyor.

Rivayetler arasında, Ebûl-Âliye'den şöyle bir nakil var:

(Halekallàhul-melâikete yevmel-erbiàu, ve halekal-cinne yevmel-hamîsi, ve halekal-âdeme yevmel-cumuati, ve kefera kavmün minel-cinni fekânetil-melâiketü tuhbitu ileyhim fil-ardi fetukàtilühüm bibağyihim.) Gün olarak söyleniyor ama, devir kasdediliyor:

"Allah-u Teàlâ Hazretleri önce melekleri yarattı, sonra cinleri yarattı, sonra Adem AS'ı yarattı. Cinler yeryüzünde fitne fesat çıkarttılar. Kanlar dökünce, melekler onları terhib için inip cezalandırdılar. Bu yaratılan insanlar da öyle yapar diye, bunun için, (E tec'alü fîhâ men yüfsidu fîhâ ve yesfiküddimâe) 'Böyle fesat çıkartacak, kanlar dökecek yeni bir mahluk mu yaratacaksın?' dediler." mânâsını da bazılar tefsirlerde yazmışlar.

Tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri (İnnî a'lemu mâ lâ ta'lemûn.) "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." buyurmuştur. Bilgisinin haddi hududu, hikmetinin sonu, nihayeti, sınırı olmadığından insanoğlunu yaratmakta nice nice nice hikmetleri vardır, faydalar vardır. Çok şükür ki, elhamdü lillâh, hamd-ü senâlar olsun. Tabii her şeyi hikmetlidir, binlerce, milyonlarca, milyarlarca sınırsız, sayısız, hadsiz hikmetler vardır. Ademoğlunu yarattı meleklerden ayrı bir varlık olarak. Onları yeryüzüne indirdi. Yeryüzünü onlara mesken eyledi.

e. Halifenin Lüzûmu

Şimdi tabii bu ayet-i kerimelerin üzerinde düşünen müfessirler başka konular üzerine de tabii yönelmişler ve onlar üzerinde konuşmuşlar. İmam Kurtubî, Tefsir El-Camiül-Ahkâmil-Kur'an tefsirini yazan zât. Buradan anlaşılıyor ki, "Yeryüzünde insanların bir halife nasbetmesi lâzım!" diye bu ayet-i kerimeden delil çıkartmış.

Çünkü buradaki halife kelimesini, yeryüzünde bir halife yaratacağım sözünü, o bizim anladığımız mânâda halife olarak anlayan müfessirler ve öyle izah eden izahçılar da var. Diyorlar ki:

(İnnî câilün fîl-ardi halîfeten minnî) "Benim nâmıma hilâfet yapacak varlık yaratacağım. (Yahlufinî fil-hükmi bil-adli beyne halkî) Benim emrim üzerine, muradım üzerine adaletle hükmedecekler, vekâleten, verdiğim salâhiyetle hilâfeten, adaletle hükmedecekler mahlukatım arasında." mânâsına gelir. Adem AS'da bu mânâda halifesi olmuş oluyor. O fesat çıkartmıyor, kan dökmüyor. Onlar Allah'ın iyi kulları ve Adem AS'ın yolunda yürüyen ötekiler de, iyiler de aynı şekilde Allah'a itaat yolunda yaşamışlar ve kulları arasında Allah'ın emrettiği adaletle hükmetmişlerdir .

Tabii ondan sonra da anlaşılıyor ki Adem AS'dan sonra da zaten nice nice peygamberlerin her kavme, her topluma bir Allah'ın görevlendirdiği kimsenin görevlendirilmesinden, onları irşâd edecek, onları doğru yola sevk edecek, Hakk'ın emirlerini onlara öğretecek, adaletle hükmedecek, fitneyi fesadı engelleyecek...

Bu bakımdan bu ayet-i kerimeden müslümanların, insanların bir halife nakletmesi, seçmesi, başa geçirmesi gerektiği mânâsını çıkartıyorlar.

Pekiyi ne yapacak, vazifesi ne?.. İhtilaf ettikleri noktada, bu devletin başındaki olan kişi ihtilafı çözsün, mazlumuna yardım etsin, zâlimi engellesin... Allah'ın emirlerini uygulasın, hudud-u şer'iyye dediğimiz şer'i cezaları tatbik etsin. Nasıl şimdi afyon ticareti, satımı vs. yasaksa; onun gibi Kötü işleri yapmayı kısıtlasın, engellesin... Yâni buna benzer şeyleri, mühim işleri yapması lâzım. İnsanların darmadağın yaşamaması lâzım! Böyle bir şekilde, bu işleri yürütecek bir kişiyi seçmeleri lâzım.

Tabii bu seçme nasıl olabilir? Peygamber Efendimiz'in işareti üzere Ebûbekir-i Sıddîk Efendimiz'in seçildiği gibi olabilir, veyahut da Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz'in Hazret-i Ömer RA'ı arkasına halef seçmesi gibi, selâhiyetli kişinin kendisinden sonrakini seçmesi tarzında olabilir.

Veyahut Hazret-i Ömer, kendisinden sonra bu konuda karar vermeyi, salih insanlardan bir heyete havale etti. Şûrâya havale olabilir. Bu işi kararlaştıracak yüksek şahsiyetlerden kurulu bir heyetin, bu işi kararlaştırması şeklinde olabilir.

Ya da bir toplumdaki sàlih, aklı başında insanların ki, bunlara ehlül-halli vel-akd deniliyor; onların kararlarıyla başlarına birisini geçirmesiyle olabilir. Başlarına birisini seçip de başkan olarak ona bey'at etmekle olur.

Yada fiilen kişilerden bir tanesinin insanların başına zor kullanarak kendi pazusunun gücüyle geçmesi, ondan sonra nizamı tertip etmesiyle olmuştur.

f. Halife Olmanın Şartları

Tabii aslında o seçilecek kimsenin nasıl olması lâzım? Halife olacak şahsın olması gereken şartlarını müfessirler beyan ediyorlar:

(Yecibu en yekûne zekeren) "Erkek olacak." Neden hanım değil de erkek olacak? Çünkü hanımların yaratılışları, duygusallıkları, erkeklerde olmayan bir takım özel rahatsızlıkları, doğum gibi ve sair mazeretleri olabiliyor. Daha başka hikmetleri olabilir. Onun için (zekeren) er kişi olacak, erkek olacak.

(Hürren) "Hür bir kimse olacak." Esir olup başkasının baskısı altında, tesiri altında güdümlü bir kimse olmayacak. Hür olacak, köle olmayacak.

(Bâliğan) "Büluğa ermiş bir kimse olacak." Öyle küçük olmayacak. (Àkılen) "Aklı başında olacak, yâni deli olmayacak. (Müslimen) Mü'min olacak, müslüman olacak. (Adlen) Adaleti çok iyi yapacak." Burada àdilen demedi de adlen ifadesini kullandı okuduğum İbn-i Kesir tefsirinde. Adl, yâni adalette çok ileri olmaktan dolayı masdarla tesmiye derler buna. Adil deseydi yâni adaleti zaman zaman yapıyor filan. Öyle değil, adlen; tamâmen adil olacak.

(Müctehiden) "Çalışkan olacak. (Basîren) Basiretli olacak. (Selimel-a'dâi) Uzûvları sâlim olacak. Kör olmayacak, topal olmayacak, çolak olmayacak.. vs. (Habîren bil-hurub) Siyaseti, harbi, darbı iyi bilen bir kimse olacak. (Vel-ârâi) Yâni çeşitil fikirleri usülleri bilen bir kimse olacak bu siyasette, harbde vs.de.

Bazıları demişler, (kureşiyyen) Yâni hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimiz öyle olmasını ifade etti diye. Bazıları da, Hàşimî olması şartını koşmuşlar. Ama bu şart değildir diye, yâni Haşimî olmasa da Kureyş'in başka kabilesinden de olsa olur mânâsına.

Bazıları mâsum olması lâzım, yâni günahlardan korunmuş bir kimse olması lâzım diyorlar. Meselâ İranlıların kanaatı böyle. Tabii böyle bir şart yoktur diye, ehl-i sünnette beyan etmişler. Çünkü beşer, hataları olabilir.

Tabii küfre açıkça delâlet eden durumu olursa azledilebilir. Ama, "Kendi kendisini azledebilir mi?" Sorusunu sormuşlar. Bu da ihtilaflı bir konu. Meselâ Hazret-i Hasan Efendimiz kendisi halife seçilince, bazı insanlar tarafından Muaviye'nin karşısında kendi kendisinin hilafetinden vaz geçti. Ama tabii şartlar dolayısıyla özürü olduğu için böyle oldu. Ve bu davranışından dolayı da medhedildi.

Bir de, "Bir zamanda, bir halifeden başka bir kaç tane halife olabilir mi?" meselesi üzerinde ifadeler var, bu hilafet konusu buraya girmiş olduğu için. Yâni ekseriyet icma etmiş ki, bir tane olacak. En büyük sultan ve bütün müslümanların başkanı tek kişi olması lâzım! Çünkü farklı düşüncelerden, ümmetin bütün meselelerinde birlik olmayabilir. Bir tane olması lâzım demişler.

Bazı âlimler de eğer mesafeler çok uzunsa, ayrıysa çeşitli kıtalar, uzun mesafeler, ulaşım imkânları, iletişim imkânları olmadığı o zamana göre hüküm vermişler. "O zaman, iki veya daha fazla böyle salih yönetici caiz olabilir." diye, bu şekildeki kanaatlerini beyan etmişler.

Tabii muhakkak ki, müslümanların böyle kendilerini hakka, hayra sevkedecek, İslâm'ın menfaatlerini birinci dereceden düşünecek, İslâm için çalışacak bir teşkilatlarının olması, onun da bir başkanının olması mutlaka gerekli diye icmâ vâkî olmuş.

g. Bu Devirde İslâm'ın Sahibi Yok!

Allah-u Teàlâ Hazretleri müslümanların yardımcısı olsun... Şimdi ben böyle diyar diyar gezerken görüyorum, bakıyorum, yönetimlere bakıyorum, toplumların düzenine bakıyorum; aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler, üzülüyorum.

Şimdi geldiğim ülkede bakıyorum; gümrük muameleleri, pasaport işlemleri nasıl, insanların davranışları nasıl? Mukayese ediyorum. Sonra bu memlekete kim hakim? Yönetim kimde, ticaret kimde, kazanç kimde, söz kimde?.. Bakıyorum ki, maalesef ümmet-i Muhammedin çok eksiklikleri var, çok büyük eğitim ihtiyaçları, açıklıkları var. İşleri muntazam yapma konusunda, çok eğitime ihtiyaçları var. İyi, insaflı insan yetiştirmeye çok dikkat etmeleri lâzım!

Kendimizi iyi yetiştirmeye gayret edelim; evlatlarımızı da çok çok iyi yetiştirmeye gayret edelim!..

Tabii İslâm'ın sahibi yok bu devirde, bu asırda... Yâni kim müslümanların haklarını düşünecek ve sırf onun için var gücüyle çalışacak?..

Kosova'da zulüm var. Öldürülüyor, öldürülüyor, öldürülüyor zavallı müslümanlar. Bir haksızlık var ama, kimse arka çıkmıyor. İşte Amerika biraz kalkıyor bir şeyler yapmak için. Avrupa biraz şey yapıyor ama, onlar da işin şurasını burasını düşünerek, işi sallıyorlar. Sallarken de, öbür tarafta ölenler ölüyor, kalanlar kalıyor. Pekiyi bunları kim düşünecek?..

İşte Bosna'da nice insan öldü. İşte Afganistan'da nice insan öldü. Haksız hücumlarla, tecavüzlerle oldu bunlar... Hakları gasbedildi. Bir yerde müslümanlar ekseriyetteyse, orada müslümanların hakim olması lâzım ama, yine mağdur... Ekalliyette ise, yine mağdur...

Allah hepimizin yardımcısı olsun... Rızasına uygun yaşamayı nasib eylesin... Hem dünyada, hem ahirette aziz ve bahtiyar eylesin...

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

02. 03. 1999 AKRA