AKRA FM Tefsir Sohbeti

10 Kasım 1998

-----------------------------------

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

ALLAH HESAP VE CEZÂ GÜNÜNÜN SAHİBİDİR

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Radyo dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri, seyircileri! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı dünyada ahirette üzerinize olsun... İki cihanda Mevlâm cümlenizi mes'ud ve bahtiyar eylesin...

Fâtiha-i Şerife Sûresi'nin tefsirine devam ediyoruz. Bugün,

(Mâliki yevmid-dîn) ayet-i kerimesine geldik. Bizim saymamıza, sıralamamıza göre, numaralamamıza göre üçüncü ayet-i kerime.

Mâliki yevmid-dîn, bir zincirleme tamlamadır, isim tamlamasıdır. Eski tâbirle, burda bir tetâbü-i izâfât var. İzâfetler peş peşe geliyor. Yâni, isim tamlaması var. Mânâsı: "Din günün mâliki." demek.

"Din günün mâliki" tamlaması bir ayet oluyor, üç kelimeden ibaret bir ayet-i kerime oluyor. Sûredeki yeri nedir, Durumu, sözün akışında, siyaktaki yeri nedir?..

Birinci ayet-i kerimede, besmelenin arkasından "El-hamdü lilâh" denildikten sonra, "El-hamdü lilâh"ın ikinci kelimesi Allah lafza-i celâlinin, yâni Allah kelimesinin sıfatları arkasından sıralanıyor. Önemini dinleyenler, duyanlar anlasınlar diye, sıfatların üstüne böyle önem verilerek bastırılmış, vurgulanmış oluyor.

Allah, rabbül-âlemîn, errahmânir-râhim, yâni alemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, mâliki yevmid-dîn Allah, öyle olan Allah...

Tabii, olan sözü de doğru değil. Çünkü olmak, değilken sonradan oluşmak mânâsına da geliyor. O mânâya kullanılmaz, Allah-u Teàlâ Hazretleri için öyle değildir.

Onun için her birinin mânâsını düşünerek: "Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, din günün mâliki Allah'a hamd olsun." veya "Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, din gününün mâliki Allah'ındır." mânâsına böylece hepsi birden, bu üç ayet-i kerime mânâca bütünleşiyorlar. Ama öneminden dolayı Mâliki yevmid-dîn bir ayet-i kerime; geçen hafta izah ettiğimiz Errahmânir-rahîm, iki sıfattan ibaret bir ayet-i kerime.

a. Mâlik Kelimesi

Şimdi Mâliki yevmid-dîn âyet-i kerimesinin kelimelerini, sözcüklerini açıklayalım:

Mâlik; elif ile, yâni mimden sonra elif ile mim uzatılarak üstünü Mâlik, Mâliki yevmid-dîn. Bizim kabul ettiğimiz, ülkemizdeki Kur'an-ı Kerimlerde yazılı olan şekliyle Âsım, Kisâî, Yâkub, Halef kıraatidir bu. "Mâlik" okunması kıraati aşereden. Bizim kabul ettiğimiz kıraat budur. Nâfi', İbn-i Kesir, Ebû Amr, İbn-i Âmir, Hamza, Ebû Câfer isimli alimler de... Kıraat alimleri, biliyorsunuz, on kıraat var. Kur'an-ı Kerim'in kelimelerinin okunuşlarıyla ilgili görüşleri değerli alimlerin ortaya koydukları kıraat-i aşere diyoruz. El-kıraâtül-aşr, on kıraat. Tabii bunlardan üç tanesini daha eleyerek, yedi tanesini kuvvetli bularak Kıraâtüs-seb'a da var, bunun da öğretildiğini biliyoruz. Kıraât-i Seb'a var, Kıraât-i Aşere var.

Demek ki bâzı âlimler mâlik kelimesini, "mâlik" okumuşlar. Biz de ona tâbiyiz, öyle okuyoruz. "Mâliki yevmid-dîn" diye okuyuruz. Bazı alimler de --bilelim, bilginiz olsun-- "melik" diye okuyorlar bu kelimeyi. "Melik-i yevmid-dîn" diye okuyorlar. Çeşitli yollarla, senetlerle, turuk-u müteaddide ile yâni, kendisine kimlerin rivâyet ettiğini çeşitli senetlerle anlata anlata İbn-i Merdeveyh --veyahut Merdiye diye de okunur bu kelime-- isimli alim, rivâyete göre:

(Enne rasûlallah SAS kâne yakrauhâ mâliki yemid-dîn) Bu alimin rivâyet ettiğine göre Peygamber SAS Efendimiz Fâtiha-i şerifeyi okurken bizim de tâbi olduğumuz şekili, Mâliki yevmid-dîn, şeklini okurlarmış. O da o zaman bizim okuyuşumuzun kuvvetli olduğunu gösteriyor. Ama Meliki yevmid-dîn okunuşu hakkında da alimler uygun bir kıraattir diyorlar. Şimdi ikisini biraz açıklayalım:

Mâlik kelimesi, yâni sahip olmak, mâlik olmak, bunun mastarı milk, melike-yemlekü-milk geliyor. Bu mânâdan geldiğine göre mâlik okuyoruz. Bu mânâ sahih, tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyin mâlikidir. Rabbün-nâs, Rabbü külli şey'in vel-melîkühû, her şeyin sahibidir, her şey onundur. Bütün varlıklar, yaratıklar onundur, insanlar da onundur, yerler gökler de onundur. Onun için mâlikiyet mânâsı Kur'an-ı Kerim'de pek çok ayet-i kerimelerde sabit. Meselâ:

(İnnâ nahnü nerisül-arda ve men aleyhâ ve ileynâ yürcen) ayet-i kerimesini söyleyelim, bu mânâyı ifade etmek üzere, buyuruyor ki Allah-u Teàlâ Hazretleri ayet-i kerimede: "Yere ve yerin üstündeki bütün yaratıklara biz vâris olacağız ve hepsi bize döndürülecek." Yâni insanların hayatlarından sonra dönecekleri yer Mevlâları, her şey Allah'ın. Yer gök bütün varlıklar Allah'ın. Onun için mâlik kelimesi sahih; tabii, Peygamber Efendimiz de öyle okumuş.

Melik kelimesi de hükümdarlık etmek mânâsından geliyor. O da, bu hükümdarlık mastarı da mülk olarak geliyor, hükümran olmak olmak, yâni hüküm sürmek, hâkim olmak mânâsına. Bu da ayet-i kerimelerde ifade edilmiştir. Bu mânâyı ifade eden bir kaç ayet-i kerimeyi hatırlayalım:

(Limenil-mülkül-yevm, lillâhil-vâhidil-kahhâr) meselâ bir ayet-i kerime. Yâni: "Bugün egemenlik, hüküm verme hakkı, hükmetme işi kimindir? (lillâhil-vâdilil-kahhar) Vâhid ve Kahhar Allah'ındır."

(Kavlühül-hak, ve lehül-mülk) "Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kavli, sözü haktır ve hükümranlık onundur."

Hükümranlık ne demek? Rân kelimesi nerden geliyor? Farsçada sürmekten geliyor. Hükümranlık, hüküm sürmek demek. Yâni bir şeye hâkim olup, hükmünü geçirmek, hükmünü sürdürmek. Hükümdarlık hükme sâhip olmak. Dâr takısı, dâşten'den geliyor. Rân da rânden'den geliyor. Farsçadaki kökleri ayrı. Hükümdarlık hüküm sürmek demek.

(El-mülkü yevme izinil-hakkı lir-rahmân, ve kâne yevmen alel-kâfirîne asîrâ.) Meselâ, "O gün egemenlik, hüküm sürmek, hüküm vermek Rahmân'ındır ve kâfirlere çok zor bir gün olacaktır, zorlu bir gün olacaktır o. Çünkü o zaman ceza görecekler." diye ayet-i kerimelerde bu mânâda ifade ediliyor.

Şimdi, tabii o gün hüküm Allah'ındır, hükümranlık Allah'ındır da şimdi hüküm Allah'ın değil midir? Her zaman Allah'ındır. Ama o gün kimse kendi bilgidiğine kalkıp hareket edemeyecek, konuşamayacak. Çünkü dünyadayken Allah-u Teàlâ Hazretleri insanlara bir irade-i cüz'iye vermiş ve bir istediğini yapma hürriyeti vermiş. İyiyi veya kötüyü göstermiş. İyiyi tercih ederse mükâfatlandırılır, kötüyü tercih ederse cezalanacak. O gün artık kimse kalkıp da bir söz söyleyemeyecek. Nasıl geçiyor âyet-i kerimelerde:

(Yevme yekmur-rûhu vel-melâiketü saffâ) "Melekler ve rûh-u a'zam Cebrail, Ruh adlı melek, saf saf kalkarlar, (lâ yetekellemûne illâ men ezine lehür-rahmân) Rahmanın müsâde ettiğinden, izin verdiğinden başkası kalkıp konuşamaz, herkes susacak" (ve kàle sevâbâ) Başka bir ayet-i kerimede:

(Ve haşaatil-asvâte lirrahmân felâ tesme illâ hemsâ) "Rahmân'ın huzurunda, Rahmân'a karşı bütün sesler kısılacak ve ancak böyle fısıltıdan başka bir şey işitilmeyecek. Herkes korkudan, dehşetten Allah'ın hükmünü bekleyecekler."

(Yevme ye'ti lâ tekellemü nefsün illâ biiznîhî) "O gün geldiğinde kimse konuşamayacak, ancak Allah'ın izniyle konuşacak." gibi ayet-i kerimeler...

Yâni o günde Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin mâlik olduğu, mâliki olduğu o günde kimse artık hüküm ve söz söyleme --onun izni olmadan-- hakkına sahip olmayacak. Dünyadaki imtihan için verilmiş hürriyetler bitmiş oluyor.

"Mâliki yevmid-din"i bazı alimler, yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri, din gününü kurmaya, yaratmaya, yapmaya kàdirdir, onun yapılması, kudreti, onun meşiyyetindedir, onun emrindedir. Mânâsına anlamışlar.

Bazı hadis-i şerifleri okumak istiyorum, Ebû Hüreyre RA'den sahihaynde rivâyet edilmiş ki; yâni sahihayn nedir? İmam Buhârî'nin, İmam Müslim'in sahih hadis kitaplarında, o mübârek kitaplarda kaydedilmiş ki, Peygamber Efendimiz buyurmuş:

(Ahneusmin indallàhi racülün tesemmâ bimelikil-emlâk, ve lâ mâlike illallah) Bu hadis-i şerifte ne buyurmuş oluyor?

(Ahneusmin) İsm kelimesnin ilk harfi vasıl olduğu için, hemze-i vasıl... "En aşağı, en alçak, en zelil, en hakir isim nedir Allah indinde? Yâni Allah'ın sevmediği en alçak isim nedir? Melikül-emlâk, demişse, kendisine böyle bir unvan vermişse..." Yâni şahlar şâhı gibi, melikler melîki gibi. "Böyle bir isim vermişse Allah'ın en sevmediği, en aşağı sıfat budur. (Ve lâ mâlike illallah) Çünkü Allah'tan başka mâlik yoktur." buyurmuş Peygamber Efendimiz.

Yine aynı iki mübarek hadis kitabında Peygamber Efendimiz'den rivayet olunmuş ki; bu hadis-i şerifi okuduğu zaman insan, mânâsına muttalî olduğu zaman tüyleri diken diken oluyor.

(Yakbedullàhül-arda ve yatvis-semâe biyemînihî sümme yeklü enel-melikü eyne mülûkül-ard? Eynel-cebbârûn? Eynel-mütekebbirûn?) Bu hadis-i şerifin mânâsın ne?

"Allah-u Teàlâ Hazretleri, dünyanın sonu geldiği zaman yer yüzünü kabza-yı kudretine alır, semâvâtı dürer, katlar, yâni yer gök bir hiç olur. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kudretinin avucunda, elinde. Ve Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle yeri göğü kabzadığı kuvvetiyle tuttuktan, avucuna aldıktan sonra..." diyelim, herhangi bir teşbih mânâsı şey yapmadan. Çünkü (yemîninî) sağ el mânâsına da geliyor. Ama teşbih mânâsını düşünmeden anlamak lâzım bu hadis-i şerifleri.

"O günde buyurur ki Allah-u Teàlâ Hazretleri: (Enel-melik) "Hükümran, hükümdar olan benim! (Eyne mülûkül-ard?) Nerde şimdi o yer yüzünün şahları, hükümdarları, padişahları, melikleri? (Eynel-cebbârûn?) Nerde cabbar herifler? Böyle zalimler? (Eynel-mütekebbirûn?) Nerde o öyle saltanattan burnunu havaya kaldıran, tekebbür eden kimseler?" buyurur.

Tabii o zaman herkes tir tir titereyecek. Mahşer gününün, yâni kıyametin dehşetinden, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin böyle yeri göğü dürdüğü zamanın dehşetinden hiç kimse kalmayacak. Zâten hakiki, her işi yapan, yaratan, çeviren Allah-u Teàlâ Hazretleri olduğundan.

(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) Ne demek? Güç kuvvet Allah'ındır, yâni Allah birisine vermese izin, kimse kılını kıpırdatamaz, yaprak kıpırdamaz, rüzgâr esmez, dünya dönmez. Hiç bir şey olmaz. Hep Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kudretiyle, izniyle, müsâdesiyle, onun fiiliyle olduğundan, her şey Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin fiiliyle olduğundan asıl melik, hükümran,

(Biyedihî melekûtü külli şey') "Her şeyin melekûtu elinde olan Allah'tır."

--Pekiyi dünyadaki insanlara melik deniliyor; neden deniliyor?..

O hakikat değil, o mecaz. Mecâzen, mecaz yoluyla onlara da denilmiş. Tabii Kur'an-ı Kerim'de onlara, dünyanın cüz'î hüküm sürme hakkına sahip insancıklarına melik denilmesi de var. Çünkü halk kullanıyor böyle bir şeyi. Kur'an-ı Kerim'de böyle mânâya gelen âyet-i kerimelerin içinde melik kelimesi, dünya hükümdarlarını ifade eder şekilde geçen ayetler var. Hatırlayacaksınız, meselâ:

(İnnallàhe kad bease leküm tàlûke melikâ) "Ey benî İsrâil, Allah-u Teàlâ Hazretleri size Tàlût'u, Tàlut isimli kahramanı melik olarak tayin etti; hadi bakalım ona tâbi olun!"

Sonra Kehf Sûresi'ni cuma günleri okuyorsunuzdur inşaallah, çok sevap çünkü yedi günlük günahı affoluyor insanın, Kehf Sûresi'ni okuyunca üç ziyadesiyle ediyor on gün... Orda da hani Hızır AS bir gemiyi delmiş. Neden delmiş?

(Ve kâne verâehüm melikün ye'huzü külle sefînetin ğasbâ) "O gemi biraz arızalansın, gidemesin, o zalim hükümdarın eline geçmesin. Çünkü ilerde bir melik vardı, hükümdar vardı, gasbediyordu bütün gemileri." O gemiyi kurtarmak için aslında arızalandırmış oluyor. Orda melik kelimesi kullanılıyor ayet-i kerimede.

Demek ki insanlara melik denmesinin, işin aslına, köküne bakarsak doğru değil. Çünkü nesi var insanın? Aciz naciz bir mahluk ama mecaz yoluyla işte insancıkların bazen böyle başkan olanlarına da melik sözü kullanılagelmiş. Ayet-i kerimelerde de böyle bu kullanım görünüyor. Ama asıl melik Allah-u Teàlâ Hazretleri'dir. Sonra tabii o ihtişamlı kıyamet gününde: "Nerde o dünyanın melikleri, nerde o cabbarlar, nerde o mütekebbirler?.." diye sorduğu zaman kaçacak delik arayacaklar o zalimler, cabbarlar, mütekebbirler. Sadece Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin hükmü orada şey yapacak.

Şimdi, evet, demek ki bu ayet-i kerimenin mâlik kelimesi melik de okunabiliyor, mâlik de okunabiliyor. Biz mâlik kıraatine tâbi olmuşsuz, Peygamber Efendimiz de öyle okurmuş SAS. Bu, sahip mânâsına geliyor. Sahip mânâsı doğru. Melik de okunursa hükümran mânâsına geliyor. O da doğru. İkisi de ayet-i kerimelerle gördüğünüz gibi kullanılmış, varid olmuş, Kur'an-ı Kerim'de geçmiş.

b. Yevm Kelimesi

Gelelim ikinci kelimesine, Mâliki yevmid-dîn'in yevm kelimesine. Yevm, Arapçada gün demek... Ama lügat açılırsa, gün kelimesinin daha çeşit çeşit nice mânâları olduğu, onların da kullanıldığı görülür. Burada bizim o çeşitli mânâlardan sarf-ı nazar ederek, teferruatı anlatmadan işaret etmemiz gereken önemli nokta nedir? Ahiretin o günü, yâni din günü, yevmüd-dîn, din günü; Farsça biliyorsunuz yevm kelimesinin karşılğı rûzdur. Rûz-u cezâ, diyoruz. Peygamber Efendimiz'in de bir sıfatı olarak, hani dualarda kulağınıza gelmiştir, şefî-i rûz-u cezâ Muhammedinil-Mustafâ SAS diyoruz.

Yevm, bizim bu dünyada anladığımız gündüz mânâsına veyahut gece ve gündüzün toplamı gün mânâsına değil tabii. Yâni zaten biraz ilm-i hey'eti, astronomiyi okuyanlar bilirler ki; gün dediğimiz şey dünyada başka türlüdür, öteki seyyarelerde başka türlüdür. Yâni hepsinin gününün saat olarak, zaman olarak miktarı farklıdır. Hani çeşit çeşit seyyareler var, Merkür, Venüs, Jüpiter, Saturn, Uranus, Neptün, Pluton diye Lâtince isimlerini şimdi öğretiyorlar. Eskiden Zühre diye, Utarit diye, Merih diye geçerdi eski kitaplarda... Ben böyle ikisini de söylüyorum ki eski medeniyetimize biraz âşinâlığı olsun dinleyiciler, onları da duymuş olsunlar. Tamamen unutulmasın eski medeniyetimizin kelimeleri diye.

Dünyada bir gün 24 saat veyahut gün dediğimiz zaman gündüzü anlarız. Gün ışığı diyoruz. Güneş kelimesinin sonundaki 'eş'i atılmış şekli de gün.

Ây u gün, hem nüh felek

Ay ve güneş ve dokuz gök diye Mevlid'de geçiyor.

Demek ki gün kelimesi Türkçemizde güneş mânâsına da geliyor. Sadece güneşin olduğu gündüz mânâsına da geliyor. Bir de gündüzle gecenin toplamı olan 24 saat mânâsına geliyor. Ama tabii bu ayet-i kerimede bu mânâya değil. Alel-ıtlak vakit demek, zaman demek. Mâliki yevmid-dîn ne demek? "Din vaktinin, din zamanın mâliki." Çünkü o gün 24 saat olmayacağı belli, zâten ayet-i kerimelerde geçiyor, bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Ve inne yevmen inde rabbike keelfi senetin mimmâ teuddûn) "Rabbinin indinde bir gün, sizin saydıklarınızla kıyaslanırsa bin yılınız gibidir." diye buyruluyor bir âyet-i kerimede.

Demek ki orada bin yıl, bir gün gibi olacak. Ahiretin günü dünyanın gününden farklı olacak.

Sonra bir başka ayet-i kerime var. Orada da bazı farklılıklar olduğunu böylece keşfetmiş, anlamış oluyoruz, Kur'an-ı Kerim bize çok şeyler öğretiyor:

(Ta'rucül-melâiketü ver-rûhu ileyfi fî yevmin kâne mikdâruhû hamsîne elfe seneh) Yâni ellibin yıl miktarı olan bir günde, melekler Cenâb-ı Mevlâ'nın huzur-u izzetine doğru urûc ederler, yükselirler." Demek ki huzur-u izzete giderken orada gün de ellibin yılımıza benzer gibi uzun oluyor.

Demek ki yevm sözünü de böyle zaman mânâsına, vakit mânâsına alacağız, yoksa yirmi dört saat mânâsına almayacağız. Onu da öylece açıklamış olduktan sonra, gelelim ayet-i kerimenin sonuncu kelimesi, üçüncü kelimesi din kelimesine.

c. Dîn Kelimesi

Dîn kelimesi de, dâne-yedînü-dinen ve diyâneten kökünden, masdarından, fiilinden geliyor. Çok anlamları var dîn kelimesinin Arapçada. Peygamber Efendimiz'in zamanında da çok anlamları vardı.

Bizim şimdi din deyince anladığımız nedir? Türkçedeki din kelimesinin kullanılışı; dindarlık, diyanet, bir insanın inançlarının bütünü, şeriat mânâsına kullanıyoruz. Bilmem ilkel dinler, beşerî dinler, semâvî dinler diye, dinler tarihi diye ilimler var dinleri inceleyen. Her kavmin bir inanç teşkilâtı oluyor, inançlarının toplamı olan bir inanç bütünü oluyor. Ona din deniliyor. Batı dillerinde, İngilizce religion diyorlar, Almanca religion deniliyor... Bizim bildiğimiz mânâ bu.

Ama buradaki Mâliki yevmid-din'de, acaba burdaki din o mânâya mı? Peygamber Efendimiz'in zamanında din kelimesi hangi mânâya kullanılıyordu?.. Onlara bakacak olursak, Peygamber SAS Efendimiz'in zamanında ve Arapçada din sözü, tabii çeşitli mânâlara gelir, onları sıralayabilirim lügata bakarak, bir çok mânâsı arasında: Âdet, hâl, hesap, mükâfat, cezâ, karşılık, hüküm, kazâ, tedbir, ibadet, ivaz...

Bunun dışında da çeşitli mânâları var. Ama Peygamber Efendimiz acaba hadis-i şeriflerde bunu nasıl kullanmış diye bakacak olursak bir kaç ayetten, hadisten misallerle onun ne mânâya geldiğini açıklayabiliriz. Arapçasında o devirde din kelimesi daha ziyade karşılık, hesap, ivaz mânâsına geliyor, cezâ mânâsına geliyor diyorlar.

(Ed-dînü el-cezâu) Tabii cezâ deyince de biz Arapçadan farklı, cezâyı sadece kötü yapılan bir işin karşılığı olarak düşünüyoruz. Halbuki Arapçada cezâ sadece karşılık demektir. Hatta dua vardır. Mer'î, cârî, böyle hâlen kullanılıyor, Arabistan'a gitseniz, birisine bir iyilik yapsanız hemen der ki: "Cezâkellàhu hayran kesîrâ" "Seni Allah çok hayırlarla cezâlandırsın!" Yâni burda mükâfatlandırsın mânâsına geliyor.

(Ed-dînü el-cezâu) demek, yâni ne demek? Karşılık demek. Bir şeyin, yapılan bir işin karşılığı, ivazı, bedeli, hesabı mânâsına. Kur'an-ı Kerim'den bir iki misal düşünelim:

(Yevmeizin yüveffîhimüllàhu dînehümül-hak) "O günde Allah kulları hak olan mükâfatlarını, karşılıklarını, amellerinin hesaplarını görecek, (yüveffîhimüllàhu dînehümül-hak) Hak olan hesaplarını görecek, hesaplarının sonucunda neyi haketmişlerse onun karşılığını verecek.

İnsanlar rûz-u mahşerde soracaklar:

(E innâ lemedînûn) "Bize yaptıklarımızdan dolayı bir karşılık verilecek mi?" diye insanların sormaları... Kur'an-ı Kerim'de demek ki karşılık mânâsına geçiyor. Yâni, "Hesaba çekilecek miyiz?" mânâsına.

Hadis-i şeriften misal düşünecek olursak, sahih bir hadis-i şerif, hatırlayacaksınız, zaman zaman hadis sohbetlerimizde de konu edinmişizdir, söylemişizdir. Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki:

(El-keyyisü) "Akıllı insan (men) o kimsedir ki, (dâne nefsehû) nefsine mâlik oldu, sahip oldu; (ve amile limâ ba'del-mevt) ölümden sonrası için salih amelleri işledi. Akıllı insan budur."

Evet yâni, dane nefsehû ne demek? Nefsini hesaba çekti ve ona hakim oldu, sahip oldu demek. Şeyde de yine bir söz yaygın olarak geçiyor: "Kemâ tedînü tüdân" Nasıl muamele edersen sen, onun karşılığında da sana öyle muamele olunur." mânâsına.

Demek ki bu misallerden, hadis-i şeriflerden, ayet-i kerimelerdeki kullanışlardan anlıyoruz ki din kelimesi karşılık demek oluyor, hesap demek oluyor. O zaman yevmid-dîn; hesap günü insanların hesaplarının görülüp de amellerinin karşılığı olan ne ise onun verildiği gün. Yâni iyi bir insansa, sâlih bir kimseyse, ibadet etmişse, hayır hasenat işlemişse, Allah'a itaat eylemişse onun karşılığı ne olacak, cezâsı ne olacak --yâni mükâfat, güzel, iyi olan cezâya mükâfat diyoruz-- mükâfatı ne olacak? Cennet olacak. E kötü iş yapmışsa, Allah'a âsi olmuşsa, zulmetmişse, başkalarının hakkını yemişse, gadretmişse o zaman onun cezası ne olacak? Yâni ikâbı, ukûbeti, (punishment İngilizcesi) onun karşılığı ne olacak? Onun da karşılığı cehennem olacak. O da cehennemde ettiğini bulacak; ne tür zulmettiyse, o tür muameleye mâruz olacak.

Demek ki sevgili izleyiciler, Kur'an-ı Kerim'in âyetlerini okurken bizim Türkçeden de âşinâ olduğumuz, Türkçede de kullanılmış kelimeler olabilir. O kelimeleri kendi aklımızla, kendi aklımızda olan mânâları vererek kullanırsak bazen sonuçlar yanlış çıkabilir.

Ne yapacağız? Rivâyetleri inceleyeceğiz. Başka âyetlere bakacağız. Kur'an-ı Kerim'i Kur'an-ı Kerim'le anlamaya çalışacağız. Öbür ayetlere bakarak anlamaya çalışacağız. Peygamber Efendimiz'den bir rivayet varsa, sahabe-i kiramdan, Peygamber Efendimiz'i tanıyan, dini iyi bilen insanlar olarak onlardan rivayet varsa onlara kulak verceğiz.

Yoksa insanın kendi başına Kur'an-ı Kerim'i kendi aklıyla açıklamaya çalışması çok yanlış noktalara götürür. Zâten böyle insanın çok hata edeceği ve ondan dolayı cezalandırılıp cehenneme gideceğine dair de tehditli rivayetler, hadis-i şerifler var. Öyle kendi bildiğine bir insan kalkıp da yarım yarım yamalak bilgiyle Kur'an-ı Kerim'i açıklamaya kalkmamalı!..

Bunu niçin söylüyorum? Bazıları kalkışıyorlar Kur'an-ı Kerim tercümesine. Tabii Kur'an-ı Kerim'i sevdiği için, anlamak için insan uğraşabilir ama Kur'an-ı Kerim'in mealini yazacağım, tefsirini yazacağım diye kalkışmak müktesebât ister, çalışma ister. O çalışması yok. Meselâ Arapça bilmiyor.

--Sen Arapça bilmiyorsun, niye Kur'an-ı Kerim meali hazırlıyorsun? Neye dayanarak hatırlıyorsun?

"--E ben, diyor, Lugat-ı Nâcî'yi alırım, ordan kelimelere bakarım, Kur'an-ı Kerim'i tercüme ederim."

Lügat-ı Nâci Osmanlıca lügatı... Çok yanılırsın, çok hata edersin. Çünkü bir kelime Türkçeye, Osmanlıcaya Arapçadan geçmiş bile olsa, mânâsı kaymış, değişmiş olabilir. Bu dilcilerin çok iyi bildiği bir konudur. Zamanla kelimelerin mânâları çeşitlenir, değişir, kayar, farklılaşır. Öyle Osmanlıca lügatıyla Arapça meal, Arapça metin, Kur'an-ı Kerim çözümlenemez, anlaşılamaz. O zaman yanlış olur.

Nitekim ben Kur'an-ı Kerim meallerini toplamaya çalışıyorum. Okumaya çalışıyorum. Nasıl Türkçe karşılık verdiklerine bakıyorum. Yâni çok yanılmalar var. Çok yanılmalar olabiliyor. Bunun çaresi nedir?.. Sağlam kaynaklara dayanmak, sağlam kitaplardan, büyük alimlerin izahlarından faydalanmaktır.

Görüyorsunuz işte din kelimesi bizim Türkçedeki anladığımız mânâdan başka bir anlamda olduğu bu ayet-i kerimede sezinleniyor. Yâni: "Kulların amellerinin karşılığı neyse, onun verildiği o gün, rûz-u cezânın mâliki, onu kurmaya, onu yaratmaya, o işi yapmaya kàdir olan Allah; o gün herkesin susup, diz çöküp, sesini kısıp, boynunu büküp, tir tir titrediği zaman hükmünü sürecek olan Allah; o günün hükümranı, o günün mâliki, o hesap ve cezâ günün sahibi Allah." demek oluyor.

Tabii çok önemli bir konu bu. Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin Fâtiha-i Şerife'de nelerini öğrenmiş oluyoruz? Âlemlerin Rabbi olduğunu, sahibi olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Rahman'lığını öğrenmiş oluyoruz, Rahim'liğini öğrenmiş oluyoruz. Önemine binâen her birisi bir ayet-i kerime olmuş. Bir de kulların hesaplarının görüldüğü o ilerdeki, ahiretteki o günün yegâne mâliki olduğunu, meliki olduğunu, sahibi olduğunu; onu halketmeye, onu yapmaya kàdir olduğunu, kullarını hesaba çekmeye kàdir olduğunu anlamış oluyoruz.

Tir tir titrer insan... Yâni bu ayet-i kerimeyi okurken, Fâtiha'yı okurken insanın renkten renge girmesi lâzım, mum gibi erimesi lâzım, "Mâliki yevmid-dîn" dediği zaman gözlerinden yaşlar boşanması lâzım. Çok önemli...

d. Ahirete İman Önemli

Demek ki Fâtiha-i şerifemizde imanın en mühim rükünlerinden olan ahirete iman çok güzel bir şekilde işaret edilmiş oluyor ve oradan anlıyoruz ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri bu dünyayı abes yere, boş yere yaratmamıştır; gàyesi vardır, hilkatın amacı vardır. İnsanların bu dünyada bulunuşunun sebebi vardır, hikmeti vardır. İnsanlar bu dünyaya muvakkaten geldiler, gidecekler. Bir kere fâni, burada duruşları muvakkat, bir gelip bir gidecekler. İmtihan için gelecekler, geliyorlar. Ondan sonra da zorunlu olarak gidecekler. Herkes fânî.

İşte hepsine Cenâb-ı Mevlâ sahip olacak, varis olacak diye demin ayet-i kerimeyi okuduk. Herkes Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna istesin, istemesin, eski tâbirimizle, Osmanlıca tabirimizle, Farsçadan alınma; hâh me hâh, istesin istemesin gidecek, çırpına çırpına gidecek veya koşa koşa, isteye isteye gidecek.

Ne mutlu Allah'ı sevip, Allah tarafından sevilip, Allah'ın sevgili kulu olup, can atarak, isteye isteye gidenlere!.. Allah'ın da severek, "Gel kulum, salih kullarımın arasına gir de, onlarla beraber cennetime dahil ol!" diye iltifat ettiği kullardan olanlara!.. Ne mutlu böyle olanlara!

Ne yazık, Allah'ın kulu olduğunu anlayamayıp, şu fâni dünya hayatının aldatıcı olaylarına, meselelerine, unvanlarına, mevkilerine, makamlarına, menfaatlerine aldanıp, takılıp, ahireti unutup, günah işleyen, zulmeden, haksızlık yapanlara!.. Ne yazık, ne kadar cahilce, ne kadar gâfilce, ne kadar yanlış bir şey!.. İşte onlar da istemeye istemeye de olsa, sürüklene sürüklene Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna gidecekler. Orada herkes bu dünyada ettiklerinin karşılığını görürken, onlar da cezalarını belâlarını, ikablarını, ukbetlerini, azaplarını bulacaklar, görecekler, bin pişman olacaklar, milyon, milyar pişman olacaklar, ah edecekler, vah edecekler...

"--Keşke peygamberleri dinleseymiştik! Keşke Kur'an-ı Kerim'e tâbi olsaymıştık! Vah bizi yoldan çıkaran arkadaşlara!.. Vah bizi yoldan çıkaran, kötü fikirler aşılayan kimselere, yöneticilere, sürükleyicilere, liderlere!.." diye diye cehenneme atılınca da birbirleriyle kavga edecekler tabii:

"--Sen bizi azdırdın!"

"--Sen aklını kullansaydın, azmasaydın."

Saç saça, baş başa cehennemde de birbirlerinden davacı olacaklar:

"--Yâ Rabbi, bu bizi azdırdı! Bu olmasaydı, biz iyi kul olacaktık..." filân diyecekler, ama fayda vermeyecek.

Onun için aziz ve sevgili kardeşlerim, Kur'an-ı Kerim bizim için çok büyük nimettir, çok büyük bir devlettir, çok büyük bir fırsattır, çok büyük bir ikazdır, çok büyük bir uyarıdır, çok büyük bir ihtardır!.. Elhamdü lillâh, Allah-u Teàlâ da bize nasib etti, söylüyoruz Kur'an-ı Kerim'in anlamlarını, ayet-i kerimelerin mânâlarını; size de nasib etmiş, siz de dinliyorsunuz. Ne mutlu! Dinlemek de bir nimet, söylemek de bir nimet... Ne kadar güzel şey!..

E bunların tabii sonucu, bunların asıl sonucu, bu ayet-i kerimelerin gereği neyse onu yapmak, mûcebince amel etmek esas... Dinleyip dinleyip de, ondan sonra dağılıp gitmek, bir filim seyretmiş de etkilenmiş, ondan sonra kalkıp evine giden insanlar gibi olmak değil. Madem ki Allah-u Teàlâ Hazretleri âlemlerin Rabbidir, Rahmandır, Rahimdir, cezâların, mükâfatların verileceği, hesapların görüleceği günün mâlikidir, sahibidir, hükümrânıdır, hükümdarıdır. O halde o Melik-ü Cebbâr'ın, o hakiki melikin, o âlemlerin Rabbinin huzuruna gideceğini bilip, ona göre tedbirini alıp, öyle yaşayıp; Allah'ın huzuruna güzel amellerle gitmek lâzım!

Akıllı insanın işi budur. Şaşkın insanlar da, zavallı insanlar da, şaşılacak insanlar da tabii, bunun aksini yapanlardır. Çünkü bu fâni dünya hayatı ne kadar uzasa kısadır, çok sayılmaz. Sonunda herkes ölüp gidecek. Yaşlanacak veya yaşlanmayacak. Yâni genç veya yaşlı, ecel bir gün gelecek.

Ecel büke belimizi,
Söyletmeye dilimizi...

dediği gibi Yunus Emre (Rh.A)'in, bir gün ecel herkesin belini, boynunu bükecek. Sonra insanlar, burdaki imtihanı bittiği için hesap gününü sahibi Allah'ın huzuruna döndürülecek.

Allah, bu mânâları anladıktan sonra hayatını buna göre uyarlayan, ayarlayan zeki insanlardan olmayı cümlenize nasib eylesin. O rûz-u cezâda, yâni yevm-i hisabda, yevmid-din'de bizi Rabbimiz hesaba dahi çekmesin... Ben öyle dua ediyorum ama liyâkatim de değil. Yâni:

"--İyi kullar hesaba çekilmeden, doğrudan doğruya cennete gidecek. Ondan değil yâ Rabbi, bizim hesaba tahammülümüz yok! Hesaba çekilirsek halimiz harap! Sen de duaları kabul edicisin, Erhamür-râhimînsin, Rahmânür-Rahîm'sin... El açıyoruz, senden istiyoruz. Bizden dua etmek; sen de lütfedersen, kabul edersen ne mutlu bize..." diye, "Yâ Rabbi cennetine bigayri hisâb dahil eyle!" diyoruz.

Çünkü hesaptan korkmamak mümkün değil. Bu Mâliki yevmid-dîn, zincirleme tamlamasında yevm-i din var ya, o hesap günü, rûz-u cezâ, ondan korkmamak mümkün değil. Peygamber SAS Efendimiz: "Beni Hûd sûresi ve emsâli sûreler ihtiyarlattı, saçımı sakalımı ağarttı." buyurmuş. Bu kelime de insanın saçını sakalını ağartır muhterem kardeşlerim! Mâliki yevmid-în, rûz-u cezâ, rûz-u hesâb, hesap günü, mükâfatların cezaların verildiği gün...

O günün sahibi olan, mâliki olan Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize lütfeylesin, rahmeylesin, tevfîkini refîk eylesin... Hak yolu görüp, bilip, tanıyıp, o yolda sebat edip yürümeyi nasib etsin...

Bir hususu söyleyerek sözlerimi tamamlamak istiyorum, sevgili kardeşlerim! Bu dünya hayatı imtihan olduğundan, yeri gelince ayet-i kerimelerde de göreceğiz, Allah-u Teàlâ Hazretleri imtihan gönderiyor insanların başına... İmtihan ile sıdk u sadâkati ölçüyor. Yâni, "Bakalım bu kulum, bu imtihanın cevabını nasıl verecek? Bakalım gevşeyecek mi, bakalım dönecek mi, bakalım cayacak mı, bakalım samîmî mi, bakalım ihlaslı mı, bakalım vefâlı mı?.." diye Allah-u Teàlâ Hazretleri, insanları daima imtihan eder.

Sevgili izleyiciler, o halde ne yapmamız lâzım? Uyanık olmamız lâzım! Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin yoluna sımsıkı sarılmamız lâzım! Çeşitli imtihanlarda, zorluklarda Allah'ın yolundan kaymamamız, sapmamamız lâzım! Cazibeli, boyalı, allı pullu, dallı güllü dünya zinetlerine aldanıp günahlara kaymamak lâzım!

Günahlara kaymanın çok kolay olduğu ortadadır. Zâten günahlar için korkunç bir sanayi var; eğlence sanayi, ışıklı reklamlar, paralar, muazzam masraflar, büyük mekânlar... Çok göz alıcı yerlere, en manzaralı yerlere, boğazın kenarına, dağların tepesine, en güzel yerlere tırlarla paralar dökülüp, eğlence yerleri yapılıyor. Zevk ü sefâ yerleri, günah yerleri, haram yerleri yapılıyor. Bunların hepsi imtihan... İnsanın karşısına böyle câzibeli günahlar gelince, insan kendisini tutacak, câzibesine kapılıp da kendisini mahvetmeyecek, yakmayacak. Yâni cereyana kapılır gibi kapılıp da, yanıp perişan olmayacak, kül olmayacak.

Mihnet ü meşakkatle karşılaştığı zaman veya hastalıkla karşılaştığı zaman... O da olabilir. Meselâ Eyyub AS Allah'ın peygamberi, ne kadar azılı, ne kadar uzun, ne kadar zorlu hastalıklara tutulmuş, ne kadar sıkıntılara uğramış; o da bir imtihan. Hastalık imtihan, mihnet-ü meşakkat imtihan... Dinine karşı yapılan baskılar imtihan... Bunların karşısında ne yapacağız?.. Ne olursa olsun vefâmızdan, sıdk u sadâkatimizden ayrılmayacağız. Cenâb-ı Hakk'ın mü'min kullarıyız, müslüman kullarıyız. Elhamdü lillâh dönmeyiz. Kur'an-ı Kerim, Kur'an kursu marşı gibi bir güzel şiir var:

Biz Kur'an'ın hàdimleri,
Pür imanlı ve zindeyiz.
Bu yoldan dönmeyiz asla
Peygamberin izindeyiz!..

Ne kadar güzel! Çocuklar bunu söyledikçe çok hoşuma gidiyor. İlâhî gibi, marş gibi okudukça çok hoşuma gidiyor.

Yoldan dönmemek lâzım! İmtihandan kaybetmeden çıkmak lâzım! Sabretmek lâzım, sebat etmek lâzım! Cenâb-ı Hakk'ın yolunda mihnet ü meşakkate tahammül etmek lâzım! Allah'tan dua edip hayırları istemek lâzım, aziz ve sevgili izleyiciler!

Allah-u Teàlâ Hazretleri zorlu imtihanlara uğratmasın... Çok baskı yapıp da, tahammül edemeyeceğimiz yüklerin altında bizi ezmesin... Lütfuyla, keremiyle imtihanları başarma kuvveti versin, imtihanları da kolay eylesin... Sımsıkı dinimize sarılıp, Peygamber Efendimiz'in, Kur'an-ı Kerim'in yolundan yürüyelim. Aldatmak isteyenlerin aldatmasına aldanmayalım.

Kütüphanemde bana yeni gelen kitaplar var, arkamda. İnşaallah, onları da okuyup bir vesile ile sizlere naklederiz. İslâm'ın çok düşmanları var. Yâni yurt içinden, yurt dışından; dünyada, dünya üzerinde İslâm'ın çok düşmanları var. Müslümanların dolayısıyla düşmanları var. Onlara çok cevr ü cefâ etmek isteyen insanlar var. Bütün cevr ü cefâya rağmen doğru yoldan, hak yoldan, İslâm'dan ayrılmamak lâzım! Nâmık Kemal'in o şiiri hatırıma geliyor:

Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin,
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azîmetten.

Millet tabii bir bakıma --tabii milletimizi de seviyoruz-- bir bakıma da milleti İbrâhime hanîfen, din mânâsına da gelir. Yâni "Millet yolunda, din yolunda azimetten dönersem olmaz!" dediği gibi Nâmık Kemal'in, biz de sebatlı olalım!

Allah-u Teàlâ Hazretleri hepinizin yârı, yâveri, yardımcısı olsun... Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi hepinizin üzerine olsun... Allah cümlenizi iki cihanda sevdiği kullardan eyleyip, aziz ve bahtiyar eylesin...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

10. 11. 1998 - AVUSTRALYA