09. 01. 2001 AKRA TEFSİR SOHBETİ

(Bakara: 219 - 220)

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Hazırlayan: ERKAYALAR

------------------

İÇKİ VE KUMAR

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun...

Bugünkü konuşmam Kur'an-ı Kerim'deki Bakara Sûresi'nin 219 ve 220. ayetleri üzerinde olacak. Çünkü bu ikisi birbiriyle anlam bakımından irtibatlı. Önce metnini okuyalım. Bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Yes'elûneke anil-hamri vel-meysir, kul fîhimâ ismün kebîrun ve menâfiu lin-nâs, ve ismühümâ ekberu min nef'ihimâ, ve yes'elûneke mâ zâ yünfikùn, kulil-afv, kezâlike yübeyyinullàhu lekümül-âyâti lealleküm tetefekkerûn.) (Bakara: 219)

(Fid-dünyâ vel-âhireh, ve yes'elûneke anil-yetâmâ, kul islâhun lehüm hayr, ve in tühàlitùhüm feihvânüküm, vallàhu ya'lemül-müfside minel-muslih, ve lev şâellàhu lea'neteküm, innallàhe azîzün hakîm.) (Bakara: 220)Sadakallàhul-azîm.

Burada, 219. ayet-i kerimede, Peygamber Efendimiz'e bazı kimselerin dînî konularda açıklama almak maksadıyla sordukları sorular bahis konusu ediliyor. Önce hamrdan ve meysirden, yâni içkiden ve kumardan sormuşlar; onun cevabı veriliyor. Ondan sonra sadaka, hayır olarak, nafaka olarak neyi infak edeceklerini sormuşlar; onu ifade ediyor.

Ondan sonraki 220. ayet-i kerimede de, yetimlerin bakımı konusunu sormuşlar, onun cevabı veriliyor. Şimdi açıklamaları yapmağa başlayalım:

a. İçkinin Haram Oluşu

(Yes'elûneke anil-hamri vel-meysir) "Ey Rasûlüm, ey Muhammed-i Mustafâm, ey Habîbim, sana hamrdan ve meysirden soruyorlar." Soranlar kimler?.. Tefsir kitapları soranların Hazret-i Ömer ve Muaz RA gibi, sahabeden bazı kimseler olduğunu kaydediyor.

Hamr, bir şeyi örtmek mânâsına gelen bir kelime. Üzüm gibi, hurma gibi, bal gibi tadı olan bir maddenin sıkılmışının ekşimesi, fışkırması, köpüklenmesi, yâni tahammür etmesi dolayısıyla, içildiği zaman aklı örtmesi, insanın aklını alması, sarhoş etmesi dolayısıyla, içkiye verilmiş bir isim. Kök mânâsı örtmek; aklı örttüğü için, kafayı dumanladığı için, bulandırdığı için içkiye hamr ismi verilmiş.

Tabii, hamr kelimesi ile daha çok kasdettikleri, Arabistan'da da çok çok olan bir meyva var, üzüm her yerde yetişiyor. Medine-i Münevvere'ye gidenler de görür. Hurma ağaçları vardır oraya mahsus ağaç olarak ama, ağaçların dibinde de yine bakarsınız, gölgeliklerde üzüm bağları vardır. Kur'an-ı Kerim'de de ineb diye geçiyor. Çoğulu a'nâb diye geçiyor.

Üzüm salkım salkım olur, taneleri kolay ezilir. Ta eski çağlardan beri bu meyvayı insanoğulları ya taze yemişlerdir; tabii taze yenildiği zaman, helâl, afiyet olsun, yenilebilir. Helâl, besleyici, çok güzel bir meyva... Ya da kurutmuşlardır, o da helâl. Dalında kuruturlar, veyahut koparırlar bir yerde kuruturlar. Kurusunu saklarlar, kışın yerler.

Meselâ, bizim yetiştiğimiz yörelerde, bizim memleketimizde [Çanakkale'de] üzümü, inciri böyle kurutup, torbalara konulmuş olarak saklayıp kışın yemek, çok olağan bir şeydir.

Sonra biliyorsunuz, İzmir'in sultànî çekirdeksiz üzümü güzelce kurutuluyor. Kurutulduktan sonra ihracatı bile yapılıyor, gelir getiriyor.

Yaşı veya kurusu o haliyle yenildiği zaman, şekerli bir meyva; bunda bir mahzur yok... Ama, bir de insanlar ne zaman bulmuşlarsa, bu meyvanın suyunun durduğu yerde değiştiği fışkırdığını, köpürdüğünü, değişikliğe uğradığını keşfetmişler. Şark efsanelerine göre, efsânevî İran hükümdarı Cem, yahut daha tam adıyla Cemşîd isimli hükümdar şarabı bulmuş. Yâni üzümü sıkarak, şarap denilen sarhoş edici maddeyi yapmayı, ilk defa o hükümdar bulmuş. Gazellerde böyle geçer. "Cemşîd eli dökmüşse nasıl câma sabûhu..." diye Yahya Kemal de şiirinde bahsetmiş. (Sun câm-ı Cem) "Cem'in kadehini bize sun!" diye Osmanlı şairleri bu ismi zikrederler.

Yâni eski İran'ın efsânevî bir hükümdarı bulmuş deniliyor. O bulmuştur, başkası bulmuştur, veya aynı anda muhtelif ülkelerde bulunmuştur. Bu üzüm sıkıldığı zaman, suyu bir müddet sonra ekşiyor, bozuluyor. Bu ekşiyen şey sonradan, içildiği zaman insanın içini yakıyor; içindeki maddeler dolayısıyla kendisini mahmur ediyor, kafasını, aklını örtüyor, sarhoş ediyor. Yürürken sallanmağa başlıyor, konuşması peltekleşmeğe başlıyor, dili dolaşmağa başlıyor; abuk sabuk işler yapmağa başlıyor ama, içenler demek ki zevk alıyorlar ki, ne kadar engellense de, insanlar bunu içmişler.

Eski Yunanlılar içmiş. Hatta eski o putperest, kâfir, müşrik Yunanlılar, bir de şarap tanrısı diye tanrı uydurmuşlar; Baküs isimli bir putları da varmış.

Tabii Yunanistan'da, Yunanlıların, eski Romalıların yayıldığı yerlerde... Mısır'ı filân da almışlar ya, Klepotra ile olan maceralarını tarih kitapları yazıyor. Arabistan'da yaşayan insanların yakınına kadar bu içki içmek yayılmış. Akdeniz mıntıkasında, İtalya'da, Balkan yarımadasında, Mora yarımadasında, Anadolu'nun Akdeniz kıyılarında olan o zamanki kavimlerin içtiği bir şey... Tabii, oralara seyahat maksadıyla giden Arap yarımadası ahalisi ve kabileleri arasında da yayılmış, tanınmış; içki içiliyormuş. Peygamber SAS Efendimiz peygamber olarak vazifelendirilmeden önce, Arabistan'da bu içki içmek adeti yayılmış, yerleşmiş.

Şarapçılar şarapları, nerelerden alıyorlarsa, oralardan elde ettikleri şarapları tulumlara doldurup, getirirlermiş Arabistan'a, Mekke'ye, Medine-i Münevvere'ye ticaret maksadıyla... Tabii testi vs. ağır oluyor, tulumu taşıması kolay oluyor. Oranın ahalisi de bu içki içmeye alışmış. Yâni sarhoşluğu bilen, içkinin zevkini tatmış insanlar...

Hattâ çadırlarda içki satan seyyar satıcılar olurmuş. Bunlar bir yere çadır kurarlarmış. Gelenlerden işte nesini alıyorsa --koyun mu alır, deve mi alır, daha başka deri mi alır, ne alırsa-- onun mukabilinde içkiyi verirlermiş. İçkileri bittiği zaman da, çadırın üstüne bir bayrak asarlarmış, bir bez parçası çekerlermiş.

Uzaktan onu görenlerin, "Haa, demek ki şarap bitmiş artık, alamayacağız!" diye anlamaları için, önceden haber veriyor. Gelip de yok demektense, uzaktan "Kalmadı!" işaretini verirlermiş.

Bunu nereden biliyoruz?.. Bazı cahiliye devri şairleri öğünme bâbında diyorlar ki:

"--Ben nice şarap çadırına bayrak çektirtmişim!"

Yâni o kadar çok içmiş ki, öğünüyor onunla... Sonunda şarabı bitirttirmiş de, bayrak çektirtmiş.

b. İçkinin Adım Adım Yasaklanması

Tabii, toplumun, cemiyetin durumu bu iken, İslâm geliyor. İslâm gelince de toplumun hastalıkları birer birer tedavi ediliyor. İşte burada sahabeden bazı kimseler, içkinin zararlarını, meysir denilen kumarın zararlarını gördükleri için, sormuşlar:

"--Yâ Rasûlallah, biz bu içkiyi içelim mi? Meysir denilen oyun oynansın mı, oynanmasın mı?" diye sormuşlar.

Hazret-i Ömer sormuş meselâ. Hazret-i Ömer'den Ebû Meysere rivayet ediyor ki, şöyle metnini de okuyalım:

(Lemmâ nezele tahrîmül-hamr) "İçkinin haram olduğuna dair ayet inince..." Dört tane ayet iniyor bu konuda. Bir ayet inince Hazret-i Ömer demiş ki:

(Kàle: Allàhümme beyyin lenâ fil-hamri beyânen şâfiyâ!) "Yâ Rabbi, şöyle akla şifa verecek, sakat kafaları, sakat düşünceleri şifaya kavuşturacak, açık seçik bir şifa verici açıklamayla, şu içkinin kötülüğünü bildir bize, beyan eyle!.." diye dua etmiş. Onun üzerine Sûre-i Bakara'daki, (Yes'elûneke anil-hamri vel-meysir kul fîhimâ ismün kebîrun) ayet-i kerimesi, yâni şu açıklamasını yapmakta olduğumuz ayet-i kerime inmiş.

(Feduiye umer ve kuriet aleyhi) O zaman Hazret-i Ömer çağrılmış. "Yâ Ömer bak sen dua ediyordun, soruyordun, istiyordun. Allah-u Teàlâ Hazretleri bu ayet-i kerimeyi indirdi." diye kendisine okunmuş.

Bu ayet-i kerimenin devamının açıklamasını da size kısaca vereyim, buyruluyor ki:

"İçkiden ve kumardan, meysirden sana soruyorlar ey Habîbim! (Kul) Onlara de ki: (Fîhimâ ismün kebîrun) Bu içkide ve kumarda büyük bir günah var. Yâni bunu oynamakta, bu içkiyi içmekte, bu kumarı oynamakta büyük günah var. (Ve menâfiu lin-nâs) İnsanlar için, bazıları için de bazı faydalar var." Meyhaneci için fayda var, kumarhaneci için fayda var... Şimdi sizin anlayacağınız şekilde kısaca öyle söyleyelim.

"Bazı faydalar da var ama, (ve ismühümâ ekberu min nef'ihimâ) bu ikisinin günahı bazı kimselere sağladığı cüz'î, mevziî, kişisel faydasının yanında, çok daha büyüktür." buyruluyor.

Şimdi böyle buyrulduğu için Hazret-i Ömer gene duasına devam ediyor, rivayet edildiğine göre. Yâni, (Allàhümme beyyin lenâ fil-hamri beyânen şâfiyâ!) diye aynı duaya devam edince, bu sefer bundan sonra bir ayet-i kerime daha iniyor:

(Yâ eyyühellezîne âmenû lâ takrabüs-salâte ve entüm sükârâ) "Ey iman edenler, sarhoşken namaza yaklaşmayın!" (Nisâ: 43)

Çünkü birisi çıkmış, içki içmiş olarak imamlık yapmaya kalkmış. O zaman ayetleri yanlış okumuş, mânâyı bozmuş. Namaz tehlikeye girince, Hazret-i Ömer tabii rahatsız olmuş bu durumdan, sahabe rahatsız olmuşlar. O zaman da o ayet-i kerime inmiş.

(Fekânel-münâdî rasûlallallah SAS izâ ekàmes-salâte nâdâ) Peygamber Efendimiz'in namaza çağırmakla vazifeli müezzinleri, namaza çağırdıkları zaman, (En lâ yakrabnes-salâte sükrânü) "Sarhoş olan namaza yaklaşmasın!" diye de ayrıca ikaz ederlermiş. Çünkü sarhoşlukta neler yapılıyor.

Sonra Hazret-i Ömer, yine ısrarla duasına devam etmiş: (Allàhümme beyyin lenâ fil-hamri beyânen şâfiyâ!) "Tam sadra şifa verecek bir beyanla bize bu içkinin hükmünü bildir yâ Rabbi!" diye. Onun üzerine de Mâide Sûresi'ndeki 90 ve 91. ayet-i kerimeler inmiş. Allah-u Teàlâ Hazretleri içkiyi açık seçik bir şekilde, tamamen yasaklamış; Hazret-i Ömer'in istediği, arzu ettiği açıklıkla, herkesin anlayacağı bir şekilde haram olduğunu beyan etmiş. O zaman, artık;

(Fehel entüm müntehûn) "İnşaallah bu içkiyi bırakırsınız, bitirirsiniz bu işi." (Mâide: 91) deyince, evlerinde o ana kadar içki bulunduran ve içen herkes, onları sokaklara dökmüşler.

Demek ki bu taleplerin, peşpeşe duaların yapıldığı sırada, inen ayet-i kerimelerin bir tanesi bu (Yes'elûneke anil-hamri vel-meysir...) ayet-i kerimesi.

Hamr, umumiyetle üzümden yapılıyor da başka şeylerden yapılmıyor mu?.. Ebû Davud'da Nu'man ibn-i Beşir RA'den rivayet olunduğuna göre, buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:

(İnne minel-inebi hamren) "Üzümden hamr olur, yapılır." İçki yapılan şeylerini sayıyor SAS Efendimiz. (Ve inne minet-temri hamren) "Hurmadan da içki olur." Hurmayı suya ıslarsın, tadı suya geçer, ekşir, fışkırır, tahammur eder, mayalanır. Ondan da gene hurma şarabı olur.

(Ve inne minel-aseli hamren) "Baldan da içki olur." Şu bizim kahvaltıda yediğimiz, sevdiğimiz bal da sulandırılırsa, bekleyince fışkırır, fışkırınca mayalanır. Mayalanınca o da içki olur.

(Ve inne minel-bürrü hamran) Buğday da ezilirse, buğday katı haliyle bir şey olmaz da ezildiği zaman, nişastasıyla, tadıyla sulandığı zaman; o biraz bekledi mi, o da köpürür, o da mayalanır, o da buğday içkisi olur. (Ve inne mineş-şaìri hamran) "Arpa da aynı şekilde yapılırsa hamr olur, içki olur." diyor Peygamber SAS.

Demek ki bira dediğimiz şey, yâni arpadan yapılıyor ya içki, bu bira da hamr oluyor, üzümden yapılan da oluyor, neden yapılırsa yapılsın...

Hakikaten kimyacıların bildiği bir husus. Artık liselerde vs.de okutulduğu için, umumî olarak halk da bilir bu kadarını. Yâni özel olarak kimya fakültesine gitmemiş de bilirler ki, tatlı bir şey bekletildiği zaman etkileniyor, zamanla değişime uğruyor, ekşiyor, mayalanıyor, fışır fışır köpürüyor, fışkırıyor... Kimyevî değişiklikler oluyor içinde, sonunda hamr oluyor. Yâni içildiği zaman insanın kafasını örten, aklını alan bir içecek haline geliyor.

Bu kafa örtmeye de Arapça'da humâr derler. Humâr ne demek? Hamrı içtikten sonra kafadaki duman... "Kafası dumanlı adamın." Yâni, sarhoş demek. İşte ona humar derler.

Demek ki, içki çeşitli şeylerden oluyor. Hani,"Şaraptan gayrisi serbest..." gibi bir anlam çıkmamalı!.. Çünkü Peygamber SAS Efendimiz, Kur'an-ı Kerim'in mânâlarının inceliklerini bize hadis-i şerifleriyle, sünnet-i seniyyesiyle beyan etmiştir. Bu hususta da buyurmuştur ki:

(Küllü müskirin harâmün) "Her kafaya sekir veren, insanı sarhoş eden, kafayı dumanlayan her şey haramdır." diye beyan etmiş.

O halde, ister katı olsun, ister sıvı olsun, ister duman buhar şeklinde olsun... Kafayı tütsüledi mi, dumanladı mı, insanı sarhoş etti mi, koklanması sûretiyle olsa bile, onun da haram olduğu hadis-i şeriften anlaşılıyor.

Burada bir noktayı dinleyicilerime açıklamak istiyorum: Dinimizin ana kaynaklarından birisi Kur'an-ı Kerim; birisi de onun inceliklerini bize açıklayan hadis-i şeriflerdir. Bakın, hadis-i şerifler ne kadar kesin bir şekilde insanların kaçamak noktalarını tıkayıp, nasıl güzelce, açıkça anlatıyor. Kur'an-ı Kerim'deki ayet-i kerimenin mânâsının güzel bir şekilde anlaşılmasını sağlıyor.

Sarhoşluk verdi mi, haramdır. Meselâ bazıları, ayakkabının altında köseleyi yapıştırmağa yarayan yapıştırıcı maddeyi bile kokladıkları zaman, kafayı buluyorlarmış, duyduğumuza göre tabii. Çok tehlikeli bir şey... Onu kokladığı zaman kanser oluyor sonunda, deli oluyor, mecnun oluyor. Ama işte muvakkat bir zevk için bu divanelikleri, divaneliğe götüren, deliliğe götüren delilikleri yapıyor insanlar. Ondan sonra da çeşitli hastalıklara tutuluyorlar.

Bu nedir?.. O da haramdır.

"--Canım ayakkabının köselesini deriye yapıştırmaya yarayan, teneke kutunun içindeki yapıştırıcı."

Öyle ama, sonuç itibariyle sarhoşluk veriyor.

Tozlar, uyuşturucu tozlar... Ben görmedim de söylüyorlar, "Beyaz toz, esrar..." filân diyorlar. Çeşitleri var, çeşitli bitkilerden aynı amaca ulaştıracak şekilde maddeler çıkartıyorlarmış, çeşitli şekillerde kullanıyorlarmış. Sigaraya koyuyorlarmış... Tabii sigaraya koyunca ne oluyor? Dumanı içine çekmek oluyor. Dumanı bile haram!.. Neden?.. Sarhoşluk verdiği için! Ana sebep kafayı dumanlandırdığı, aklı giderdiği için.

Çünkü İslâm dininin ana amaçlarından bir tanesi, aklı da korumaktır. Aklı korumak dinin ana görevleri arasındadır ve o hususta gayret göstermiştir İslâm, ahkâm koymuştur.

Onun için sıvı olsun, buhar olsun, duman olsun, katı olsun; çiğnenerek yensin, içilsin, koklansın... her ne şekilde olursa olsun, haramdır.

Faydaları neler?.. Tabii bir kere, satan para kazanıyor. Ondan sonra içen muvakkat bir zaman keyif buluyor, kafayı buluyor. İşte o keyiften dolayı zaten onu içiyorlar ama, sonu çok acı biten bir keyif... Ondan sonra bazıları bir müddet cesaretleniyor. İşte onun için eski devirde, savaştan önce birkaç kadeh atarlarmış da, cesaretle harbe girerlermiş.

Bazıları da işte, "Zayıfım, kuvvetleneyim!" diye içiyor. Dinî duyguları düşünmeyen, dinin ahkâmını nazara dikkate almayan, bazı doktorları da duydum ben; "Çok zayıfsın. Kuvvetlenmek için şu içkiyi iç, bu içkiyi iç!" diye gelen hastalarına içki teklif ediyorlarmış. Evet ama günahı daha büyük...

Yâni bir şeyin faydası, zararı da var ama, hangisi daha önemli, ona göre hareket etmeli! Sonra o fayda dediğin şeyler, dünyevî fayda, yâni bir müddet, kısa bir zaman için olan fayda... Ama onun da sonu fayda değil, sonu felâket, hastane, hapishane, tımarhane ve mezar oluyor. Ona da fayda vermez.

Gelelim ikinci kelimenin açıklanmasına: Hamr, içki demek; yasak... Meysir de yüsr kökünden geliyor, masdar-ı mîmi oluyor. Yâni kolaylık demek, zenginlik demek.

(İnne meal-üsri yüsran) "Zorluğun yanında kolaylık var." diye, Elem neşrah leke sûresinde geçiyor. (İnşirah: 6)

Bazı kimseler kumarda kolay bir şekilde servet kazanıyorlar, birden kazanıyorlar. Onun için meysir demişler.

Araplar çeşitli şekillerde kumar oynarlarmış. Onların oyunlarından bir şekil: Deveyi kesip yirmisekiz parçaya bölerlermiş. Üzerine yazı yazılabilen, yassı on tane kumar oku varmış. Üzerinde herbirinin ismi yazılıymış. Fezz, Tev'em, Rakib, Hils, Nâfis, Müsbil, Muallâ, Menih, Sefih, Vağd isimleri bulunurmuş bu on tane kumar oku üzerinde.

Torbaya koyup birisine verirlermiş, karıştırırlarmış torbanın içinde... Alt alta, üst üste, içindekiler karmakarışık olurmuş. Sonra kişiye göre çekerlermiş. Üzerinde ismi yazılı oklardan her birinin bir hakkı varmış. Fezz'in bir, Tev'em'in iki, Rakib'in üç, Hils'in dört, Nâfis'in beş, Müsbil'in altı, Muallâ'nın yedi hisse hakkı varmış; toplam yirmisekiz ediyor. Öteki Menih, Sefih, Vağd okları çıkarsa, onlar da boş çıkmış oluyor.

Deveyi satın alırken eşit miktarda para ödedikleri halde, paylaşırken kimisi bir hisse alıyor, kimisi yedi hisse alıyor, kimisi hava alıyor. Buna meysir oyunu diyorlar. Hisseleri alanlar ya evlerine götürüyorlar, pişirip çoluk çocuk yiyorlar. Ya da adam zenginse, onu eve götürmeğe tenezzül etmiyorsa, oradaki fakirlere, kumarı seyredenlere veriyor. Onlar faydalanıyor. Ama böyle bir fayda, meşrû, güzel bir fayda değil...

"İşte bunları soruyorlar. İçkinin içilmesinde, kumarın oynanmasında büyük bir günah vardır. Bazı faydalar vardır bazı insanlar için ama, günahı faydasından daha fazladır." diye böyle beyan ediyor.

c. Fazla Olanı Verin!

Bundan sonra, 219. ayet-i kerimedeki ikinci soru geliyor:

(Ve yes'elûneke mâ zâ yünfikùn) "Bir de sana 'Neyi infak edecekler? Nafaka olarak neyi verecekler?' diye soruyorlar. (Kulil-afv) Onlara de ki: Afvı infak edin, nafaka olarak verin!"

Afv; bize göre bir suç işleyeni bağışlamak mânâsına geliyor ama, burada müfessirlerin kesin beyanına göre, malın fazlası demek. Ailenin ihtiyacını karşıladıktan sonra, elindeki varlıktan arta kalana afv deniliyor. Yâni fazla olanı vermesi tavsiye edilmiş.

Bu husustaki bazı hadis-i şerifleri okuyalım: Ebû Hüreyre RA'dan rivayet edildiğine göre, birisi Peygamber Efendimiz'e geldi, dedi ki:

(Kàle racülün: Yâ rasûlallah, indî dînârun) "Yâ Rasûlallah yanımda altın para var, ne yapayım?" dedi. Peygamber Efendimiz de: (Enfıkhü alâ nefsik) "Onu kendine harca!" dedi.

(Kàle: İndî âhar) "Daha var yanımda..." dedi. (Kàle: Enfıkhü alâ nefsik) "Onu da ailene harca!.."

(Kàle: İndî âhar) "Daha fazlası var." dedi. Onun üzerine, dedi ki Peygamber Efendimiz: (Enfıkhü alâ veledike) veya (vüldike) "Onu çocuklarına harca!"

(Ve indî âhar) "Daha var..." demiş. (Feente ebsır!) "Artık kendin bak, nere uygunsa oraya harca!"

Demek ki, öncelikle kendisinden başlamak suretiyle, kişi malını, elindeki maddî imkânını, derece derece yakınından uzağına doğru harcayacak.

Müslim'in Sahîh'inde Câbir RA'dan rivayet ettiğine göre, Rasûlüllah SAS bir kişiye dedi ki:

(İbde' binefsike) "Elindeki para ve imkânı harcamaya kendine harcamaktan başla, (fetesaddak aleyhâ) nefsine bu harcamayı yap! (Fein fadıle şey'ün feliehlike) Daha artarsa ailene harca!.. (Fein fadıla şey'ün an zâlike) Ondan da artarsa, (felizî karâbik) akrabana harca!.. (Fein fadıla an zîkarâbetike şey'ün) Akrabandan da artarsa, (fehâkezâ ve hâkezâ...) şuraya, şuraya harcarsın!" buyurmuş.

Yine Ebû Hüreyre RA'dan bir başka hadis-i şerif: Peygamber SAS buyurdu ki:

(Hayrus-sadakati mâ kâne an zahri gınen) "Sadakanın hayırlısı, insanın imkânı varken verdiğidir. (Vel-yedül-ulyâ hayrun mines-süflâ) Daha yüksek el, daha aşağıdaki elden hayırlıdır." Yüksek el, veren el oluyor. Aşağıdaki el, alan el oluyor. Yâni vermek, almaktan daha iyidir. (Vebde' bimen teùlü) Hayrı vermeğe, geçimiyle görevli olduğundan başla!" buyuruyor.

Bir hadis-i şerif daha var:

(İbne âdem) "Ey Ademoğlu! (İnneke in tebzülül-fadla hayrun leke) Malının artanını, fazlasını bezledersen, ikram edersen, hayır olarak verirsen, bu senin için daha hayırlıdır. (Ve in tümsikhu şerrun leke) Tutarsan, o fazlası senin için zarardır. (Ve lâ tülâmü alâ kifâf) İhtiyacın için olanı tutmanda bir beis olmaz." diye hadis-i şerifler var.

Demek ki, "Neyi infak edelim?" diye sorulduğu zaman, Peygamber Efendimiz, "Malından fazlasını..." demiş. Yâni zorlamayı, tekellüfü, kendisi verip de, ondan sonra el açıp başkasından dilenme durumuna gelmeyi uygun görmüyor.

(Kezâlike yübeyyinullàhu lekümül-âyât) "Allah ayetleri sizin için böylece açıklıyor. (Lealleküm tetefekkerûn) Düşünesiniz diye. (Fid-dünyâ vel-âhireh) "Hem dünya konusunda, hem ahiret konusunda..." Demek ki, dinimiz hem dünyayı tanzim ediyor, hem ahireti...

Bazıları diyorlar:

--Din bir duygudur, ahiretle ilgilidir. Dünya ayrı, din ayrı...

Öyle değil! İkisine birden Allah ayetler indiriyor, insanlara hem dünyevî ahkâmı, dünyadaki yaşantılarına fayda sağlayacak şeyleri, hem de uhrevî saadeti, ebedî saadeti kazanmalarına sebep olacak şeyleri anlatıyor.

d. Yetimlere Bakmak

Bu 220. ayet-i kerime'de (Fid-dünyâ vel-hahireh) cümlesinden sonra, üçüncü soru geliyor: (Ve yes'elûneke anil-yetâmâ) "Sana yetimleri de soruyorlar."

Sormalarının sebebi şu: "Yetimlerin mallarını yiyenler, karınlarına cehennem ateşi yiyorlar, ateş dolduruyorlar." diye ayet-i kerime inmiş ondan önce. Onun üzerine, yetimlerin malına yanaşmak, onları yönetmek, yetimlere bakmak durumda olanlar, "Aman günah olmasın, haram yemiş olmayalım, ateş yemiş olmayalım!" diye yetimin yanına yanaşmamağa başlamışlar.

O zaman, yetimler --zaten küçük kendileri, babaları da ölmüş-- daha güç duruma düşmüşler. Onun için soruyorlar. "Yetimler hakkında nasıl davranalım?" diye soru sormuşlar. Onlar hakkında buyruluyor ki:

(Kul islâhun lehüm hayr) "Onların durumlarını islah etmek, mallarını yönetivermek, daha iyi duruma gelmelerini sağlayacak teşebbüslerde bulunmak, daha hayırlıdır. (Ve in tühàlitùhüm) Eğer siz onlarla uzak durmak yerine karışırsanız, meselelerini çözmek için yanlarına yanaşırsanız, meselelerine el koyarsanız, (feihvânüküm) onlar sizin kardeşlerinizdir.

(Vallàhu ya'lemül-müfside minel-muslih) Allah iyi niyetle yanaşanı da, kötü niyetle yanaşanı da çok iyi bilir, ayırt eder, tefrik eder. Kötü niyetle yanaşanı cezalandırır, islah maksadıyla yanaşıp da, 'Aman ateş yemeyeyim karnıma!' diye korka korka da olsa, yanaşmak hayırlıdır diye yanaşanı bilir, onu da mükâfâtlandırır.

(Ve lev şâellàhu lea'neteküm) Allah-u Teàlâ hazretleri dileseydi sizi sarpa sardırırdı, işlerinizi zorlaştırırdı ama, kolaylıklar ihsân ediyor. (İnnallàhe azîzün hakîm.) Allah-u Teàlâ Hazretleri hiç şüphesiz ki çok azizdir, çok hakimdir." buyuruyor. (Bakara: 220)

İşte bu iki ayet-i kerime böyle... Bundan sonraki ayet-i kerimede de yine, bazı soruların sorulduğunu, onlara cevapların verildiğini inşaallah önümüzdeki sohbetlerimizde, Allah nasib ederse, anlatırız.

Allah hepinizden razı olsun, aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!.. Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

09. 01. 2001 - AVUSTRALYA