18. 07. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ

(Bakara: 183 - 184)

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Hazırlayan: ERKAYALAR

----------

ORUCUN FARZ KILINMASI

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı, her türlü lütfu dünyada, âhirette sizlerin olsun, üzerinize olsun... Allah, sevdiklerinizle beraber iki cihanda cümlenizi aziz ve bahtiyar eylesin... Kur'an-ı Kerim'in yolunda dâim eylesin... Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılıp, Efendimiz'in sevgisini, rızasını kazanmanızı nasib eylesin...

Bakara Sûresi'nin âyetlerini anlata anlata, nihayet 183. oruç âyetine ulaşmış olduk. Bu sohbetimde 183 ve 184. âyetleri izah edeceğim. Daha sonraki ayet de yine oruçla ilgili ama, onu bir dahaki haftaya bırakacağım.

Önce ayet-i kerimelerin metnini okuyalım! Bismillâhir-rahmânir-rahim:

(Yâ eyyühellezîne âmenû kütibe aleykümüs-sıyâmu kemâ kütibe alellezîne min kabliküm lealleküm tettekn.) (Bakara: 183)

(Eyyâmen ma'dûdât, femen kâne minküm marîdan ev alâ seferin fe'iddetün min eyyâmin uhar, ve alellezine yutîknehû fidyetün taàmu miskîn, femen tetavvaa hayran fehüve hayrun lehû ve en tesmû hayrun leküm in küntüm ta'lemûn.) (Bakara: 184) Sadakallàhul-azîm.

a. Orucun Farz Oluşu

Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki biz mü'min kullarına:

(Yâ eyyühellezîne âmenû) "Ey iman eden kullar, ey iman edenler! (Kütibe aleyküm) Sizlerin üzerinize yazıldı." Bu ne demek?.. "Sizlerin boynuna, omuzuna bir mükellefiyet olarak yüklenildi. Sizlerin yapması gerekli bir ibadet oldu, kaydedildi, tayin edildi. Sizlere farz kılındı." mânâsına.

Nedir farz kılınan?.. (Es-sıyâmu) "Oruç sizlerin üzerine de yazıldı, farz kılındı." Sıyâm ve savm; Arapça'da insanın kendisini tutması mânâsına gelen bir kelime. Tutmak, alıkoymak mânâsına. Tabii buradaki mânâsı; ibadet maksadıyla belirli zamanda, yâni fecr-i sàdıkın tulûundan, güneşin batışına kadar; sabahın vaktinin girdiği imsak zamanından, imsak dakikalarından, güneşin battığı akşam vaktine kadar yemekten, içmekten ve ailevî, cinsî ilişkiden insanın kendisini tutması mânâsına geliyor. Zâten, imsak da yemekten, içmekten insanın kendisini tutması mânâsına bir kelime.

Biz Türkçe'de savm kelimesini biliyoruz, ama sıyâm kelimesi daha nadir kullanılıyor. Savm-ı Aşûre diye biliyoruz. Daha ziyade Farsça'dan geçme oruç kelimesini kullanıyoruz.

Oruç kelimesi, Farsça bir kelimenin Türkçeleşmiş halidir. Farsça'daki aslı rûze'dir. Farsça'da rûz, gün demek. Rûze; bir günde tutulan oruç, yâni aç durma ibadeti mânâsına. Türkçede "r" ile başlayan Türkçe kelime yoktur. "R" ile başlayan kelimeleri, Türkler komşu milletlerden çeşitli sebeplerle almışlardır. Tabii her millet lisânına kelime alır. Kelimeler hudutlardan başka milletlere geçer. Biz de bu gün bir çok Latince, Yunanca, İngilizce, Almanca, Fransızca kelime kullanıyoruz. Meselâ istasyon kelimesi, meselâ iskele kelimesi o dillerden geçme. Eskiden de Arapça'dan, Farsça'dan kelimeler geçmiş.

Rûze kelimesi Türkçe'ye geçmiş ama, Türkçe'de r harfini kelimenin başında kullanma yok. Dilin âdetinde, dilin yapısında, alışkanlığında bu yok. L harfiyle, R harfiyle başlayan bir kelime yok. Böyle bir kelime Türkçe'ye girerse, tabiî konuşmada bu kelimenin başına bir harf ekliyerek r harfini telaffuz ediyor Türk zevki. Meselâ limon demez, ilimon der; Receb demez, İreceb der. Daha uzuyor ama, bir harf ekleyince telaffuzu kolay oluyor. Ramazan demez, Iramazan der, köylümüz konuşurken. Yâni bu işleri bilmeden, tabiî olarak konuşurken böyle yapar. Meselâ j harfi olmadığından Türkçe'de, jandarma yazılsa bile, candarma der. Bunun gibi.

Bu rûze kelimesini de urûze olarak, başına u ekleyerek almış. Sonra o urûze de, oruç haline gelmiş. Oruç; yâni bir günde yemekten, içmekten uzak durarak yapılan mâlûm ibadet mânâsına.

Biz oruç kelimesini kullanıyoruz. Kökeni Farsça, rûze kelimesi. Arapça'sı siyam ve savm. Siyam, savm, oruç sizin boynunuza farz kılındı ey iman edenler!..

b. Orucun Eski Ümmetlere de Emredilmesi

Demek ki Peygamber Efendimiz'e bağlı ümmet-i Muhammed, bizler bu ayetle beraber oruç tutmak vazifesine, şerefine mazhar olmuş oluyoruz. Bu oruç tutmak, bir ibadet olarak bize emredilmiş oluyor.

(Kemâ kütibe alellezîne min kabliküm) "Sizden öncekilere; o kimseler ki sizden önce idiler, onların üzerine yazıldığı gibi, sizin üzerinize de yazıldı."

Demek ki bizden önceki milletlere, ümmetlere, İslâm'dan önceki, Peygamber Efendimiz'den, ümmet-i Muhammed'den önceki ümmetlere de oruç ibadeti yazılmış. Allah-u Teàlâ Hazretleri oruç ibadetini onlara da emretmiş, onlar da tutmuşlar.

Bizden öncekiler kimler?.. Tefsir kitaplarında, Adem AS'dan beri insanların oruç tuttuğu bildiriliyor. Bazı tefsir kitaplarında da, Nuh AS'dan itibaren oruç tutulduğuna dair kayıtlar var. Tabii bunların doğruluğunu, sıhhatinin ne kadar kuvvetli olduğunu Allah-u Teàlâ Hazretleri bilir. Ama buradan biliyoruz ki, bizden önceki milletler de bu oruç ibadetini emir olarak almışlar, tutmaları gerekmiş.

Mûsâ AS'ın kavmi, Aşûre orucu tutarlarmış. Tabii Aşûre orucunu ne maksatla tutuyorlar?.. Firavun'un gözlerinin önünde helâk olduğunu görüp, Firavun'dan kurtuldukları gün oluyor Aşûre günü. Ondan tutmuşlar. Ama ondan önce de oruç ibadeti varmış. Hristiyanlarda da oruç ibadeti varmış.

Ve bize de onlara yazıldığı gibi yazılmış. Onlara yazıldığı gibi... Bu benzetme ne yönden? Acaba oruçlarımız aynı zamanda mıydı, aynı miktarda mıydı, aynı sıfatta, aynı şekilde miydi?.. Bazı rivayetlerde geçiyor ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri, daha önceki ümmetlere de farz kılmış. Nitekim Abdullah ibn-i Ömer RA'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber SAS buyurmuşlar ki:

(Siyâmu ramadàn ketebehullàhu alel-ümemi kableküm) "Ramazan orucunu Allah-u Teàlâ Hazretleri sizden önceki ümmetlere yazdı." diye bir uzun hadis-i şerif. Kısa bir cümlesi bu. Böyle bir rivayetten bahsediliyor.

Bu Ramazan orucu hristiyanlara da yazılmış, farz kılınmış. Fakat bu Ramazan döndüğü için, zamanla oruç tutulan mevsimler değişir. Çünkü ay hesabıyla olan sene 354 gündür. Güneş yılı olan 365 günden, onbir gün eksik. Bu her yıl onbir gün eksik ola ola, biraz daha çabuk başlıyor. Ocak, şubat, mart, nisan... gidişine göre ters istikamete doğru gelir. Meselâ, şimdi Ramazan kışlarda tutuluyor, gerileyecek son bahara doğru. Ondan sonra 15 - 20 yıl geçince tam yazın çatır çatır sıcaklarında oruç tutulacak. Çünkü her yıl onbir gün daha erken başlayacak ay takvimi. Böylece 33 yılda, bir sene farkedecek, mevsimleri değişecek.

Orucun tutulduğu mevsimler değiştiği için, onların alimleri oturmuşlar, "Mevsimin çok sıcak olmadığı, orucun zor tutulmadığı, çok soğuk olmadığı, üşünülmeyen, terlenmeyen bir zamana nakledelim!" diye ilkbahara nakletmişler. Bu değiştirmeden dolayı da, keffaret olsun diye Ramazan orucunu kırk güne çıkartmışlar.

Sonra, hükümdarlarından bir tanesi rahatsızlanmış, ağzı yara olmuş. Orucu tutamayınca demiş ki:

"--Bu orucu ben tutamıyorum, ama iyileştikten sonra bir hafta fazlasıyla tutacağım!" demiş.

Böylece 47 gün olmuş. Ondan sonra bir başka hükümdar gelince demiş:

"--Bu yedi gün ne oluyor? Bunu ona tamamlayalım!" demiş.

Üç gün daha ilavesiyle 50 gün olmuş, hamsîn diyorlar. Sonra bu oruç tutmayı da, perhize çevirmişler. Bilmem yumurta yemeyecekler, hamur yemeyecekler vs. haline getirmişler, yâni değiştirmişler.

Eski ümmetlere de böyle emredilmiş olan bir ibadet. Zaman bakımından aynıymış, miktar bakımından aynıymış demek oluyor bu rivayetlere göre. Ama onlar değiştirmişler.

Onun için, bu Ramazan hilali göründü mü, görünmedi mi diye ilk gün tereddüt ediliyor, konuşuluyor.

"--E canım görünse de, görünmese de ihtiyaten bu tereddütlü günde oruç tutsak olmaz mı?.."

Olmaz! Yasaklamış Peygamber Efendimiz. Yevm-i şek orucu; "Ramazansa Ramazana sayılsın, değilse ihtiyaten bir oruç tutmuş oluruz." gibi bir şey olmaz! Çünkü eski ümmetler ibadetlere böyle ekleyerek, ibadetlerin vasıflarını değiştirdiler, bozdular. Böyle bir şey yapılmasın diye, âlimlerimiz kesin hadis-i şerifler rivayet ederek bu hususu beyan etmişler. Yâni emredileni aynen yapmak, herhangi bir sebeple değiştirmemek ve güzel bir şekilde edâ etmeye çalışmak lâzım!

(Lealleküm tettekn.) "Tâ ki, ola ki sizler sakınırsınız; yâni kendinizi vikàye edersiniz, korursunuz, müttekîlerden olursunuz, korunabilirsiniz." Bu ne demek?.. Oruç tutarsanız, nefsinize hakim olursunuz, iradeniz kuvvetlenir. Böylece günaha düşme tehlikelerinden kendinizi korursunuz, sakınırsınız, Allah'ın en sevdiği müttakî kul derecesine çıkarsınız.

Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle nefsinin şehevâtına, hevesâtına hakim olan, kendisini tutan; aklına göre, mantığına, vicdanına göre hareket eden kullarını sevdiğinden, onu sağlar. Böyle yaparsanız, inşâallah siz de o duruma gelirsiniz.

Oruç insanın nefsini zayıflatır, nefsânî arzularını zayıflatır. Böylece kötülüklere meyli azalır. Nefis kuvvetlendikce, insanı çekip sürükler. Ama zayıfladığı zaman da mecâli olmadığından yapmaz. Böylece onun en çok sevdiği, istediği yemek, içmek gibi arzuları ona vermemek suretiyle; yanlış şeyler istediği zaman, yapılmaması, istenmemesi gereken şeyler istediği zaman tutma melekesini de insan elde etmiş olur, kazanmış olur.

Yâni bu bir idmandır. İnsan bu idmanı yapa yapa, yapılmaması gereken bir işle karşılaştığı zaman, düşünür; "Bu yapılmamalı, bu günah, bu yanlış bu zararlı..." diye nefsine hakim olur.

Başkası hâkim olamıyor. "Kendime hâkim olamadım hâkim bey, suçu işleyiverdim... Kendime hâkim olamadım, kızdım, öldürdüm." Hep suçlar böyle hâkim olamamaktan oluyor.

"Oruç tutmak size farz kılındı; tâ ki böyle sakınıp korunabilen, günahlardan uzak durabilen takvâ ehli insanlar olabilesiniz." diye birinci ayet-i kerimede böyle bildiriliyor. Yâni oruç, takvâya götüren bir çare olmuş oluyor.

Oruç farz kılındı. Oruç tarih olarak ne zaman farz kılındı?.. Medine-i Münevvere'de farz kılındı. Hicretten birbuçuk sene kadar sonra, Şa'ban ayında farz kılındı.

Peygamber SAS Efendimiz Mekke'de oruç tutmaz mıydı?.. Rivayetlere göre, Hazret-i Aişe-i Sıddîka Vâlidemiz'in bildirdiğine göre, Mekke'de Kureyş, Aşûre orucunu tutarlardı. Peygamber SAS Efendimiz de tutardı. Medine-i Münevvere'ye gelindiği zaman da, daha oruç ayetleri --bu okuduğumuz ayetler-- inmeden önce, eyyâm-ı biyz oruçları denilen, Arabî ayların onüç, ondört ve onbeşinde oruç tutardı.

Arabî aylar, yâni Muharrem, Sefer, Rebiül-evvel, Rebîül-âhir, Cumâdel-ûlâ, Cumâdel-âhire, Receb, Şa'ban, Ramazan, Şevval, Zilkàde, Zilhicce... Bunlar kamerî aylardır. Ayın hilal olarak ilk doğuşundan, kayboluşuna kadar geçen süre bir aydır. Tekrar yeni hilâl doğunca, yeni ay başlamış oluyor. Bir yeni hilalden, ikinci yeni hilale kadar geçen zamana bir ay deniyor.

Bu ayın süresi yirmidokuzbuçuk gündür. Küsüratlı olduğundan, bazen bu küsürat yaşanılan aya eklenir, ay bir gün uzar. Onun için bazen yirmidokuz olur, bazen otuz olur. Ama başlangıç için esas, hilalin görünmesidir. İnşallah önümüzdeki hafta ayet-i kerimeyi okuyunca hilalin görünmesiyle ilgili hususları da konuşacağız.

Bu ayın ondördü dolunay zamanıdır. Onbeşi dolunayın biraz eksildiği zamandır. Onüçü de birazcık bu tarafından eksik olduğu zamandır. Ondördünde tamamlanır. Gece içinde de yavaş yavaş büyümeye ve değişmeye devam eder. Fakat biz o değişmeyi gözümüzle farkedemeyiz. Belki fotoğraf makinesiyle tesbit edilse, resimler ince ölçeklerle incelense; bir gece içindeki değişiklik, gecenin evveliyle sonrası arasındaki iki resimden anlaşılabilir.

İşte bu onüç, ondört ve onbeşinci geceleri mehtaplı geceler. Yâni mehtabın en büyük olduğu, ayın en yuvarlak olduğu zamanlar. Ondördü en yuvarlak, onüçü biraz az, onbeşi biraz az... Bunların gündüzlerine eyyam-ı biyz deniliyor. Biyz kelimesi ebyaz kelimesinin, veya beyzâ kelimesinin çoğuludur. Ebyaz beyaz demek, erkek varlıklar için kullanılan sıfat Arapça'da. Beyzâ da yine beyaz demek ama, dişi, müennes olan kelimeler için kullanılan sıfat.

Arapça'da kelimelerin erkek ve dişi olması durumu vardır. Türkçe'de olmayan bir şey. Türçe'de yok ama Almanca'da var. Meselâ dişi sayılan kelimelerin başına di harf-i tarifi geliyor. Erkek olanların başına der geliyor. Dişilik, erkeklik bahis konusu edilmeyen, nötr kelimelerde de das geliyor. Fransızca'da da la ve le var. Bazı dillerde bu var.

Beyzâ beyaz demek ama, müennes kelime. Ebyaz da beyaz demek ama, müzekker kelime. Bu ikisinin çoğulu biyz olur. Eyyâm-ı biyz; beyaz günler... Beyazlığın mânâsı ne?.. Gecelerinin mehtaplı olması. El-leyletül-beydàu; ak gece, yâni pırıl pırıl mehtabın olduğu gece.

Eyyâm-ı biyzde, gecelerin mehtaplı olduğu zamanda kalkacak, sahurunu yiyecek; ondan sonra oruca niyetlenecek, ertesi gün oruç tutacak. Bugünlerde oruç tutulurdu Ramazan orucu gelinceye kadar. Sonra Ramazan orucu gelince, Ramazan orucu farz oldu. Ötekileri isterse tutar; çünkü tutmak yasak diye bir şey yok, tutarsa sevap kazanır. Zâten bugün okuyacağımız ayet-i kerimelerde de geçiyor:

(Femen tetavvaa hayran fehüve hayrun lehû) "Sevap kazanmak maksadıyla insan bir şey yaparsa, Allah-u Teàlâ Hazretleri o gayretinden dolayı onu mükâfatlandırır." Fazla yapılan şeylerin, yapılması yasaklanmamış, ifrat olmayan iyi şeyleri fazla yapanlar, az yapanlara göre daha çok sevap alır.

Ramazan orucu esas alındı. Eyyâm-ı biyz, yine tavsiye ediyoruz. Büyüklerimiz, şeyhlerimiz, mürşidlerimiz tavsiye ediyorlar. Peygamber Efendimiz o oruçları hiç bırakmamış.

Hatta, hadis kitaplarını okuyorsanız karşılaşmışsınızdır, her hafta pazartesi-perşembe oruç tutmayı da, Ramazanın dışındaki zamanlarda Peygamber Efendimiz tavsiye etmiş. Hatta benim vaazlarımda, bir kardeşiniz olarak size zaman zaman hatırlattım: Meselâ, Kurban bayramının arefesi orucu çok sevap... Meselâ Şevvalin altı gün oruçları var... Meselâ Zilhicce ayının ilk on gününde oruç tutmak çok sevap... Mesela Receb ayında oruç tutmak çok sevap...

c. Orucun Sayılı Günlerde Farz Olması

Bu oruç size farz kılındı. (Eyyâmen ma'dûdât) "Ama bütün sene değil, sayılı günlerde. Farz kılındı ama belli günlerde, her zaman değil."

Burada tabii iki tane husus var dikkat etmemiz gereken:

Bir; bu oruç bizden önceki ümmetlere de farz kılınmış önemli bir ibadet. İhmâl edilmemesi gereken bir ibadet. Çünkü insanın nefsinin terbiyesi böyle olur. Oruç, nefis terbiyesinde çok önemli bir ibadettir. Onun için, herkesin nefsini terbiye etmesi gerekli olduğundan, bütün ümmetlere farz kılınmış.

(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hàbe men dessâhâ.) "Nefsini terbiye eden kurtulacak; terbiye edemeyen, hevâ-yı nefsine uyan helâk olacak, cezâ çekecek, mahvolacak, perişan olacak ahirette... O nefsinin hevâ ve hevesâtına uymasından, haramlara, günahlara bulaşmasından, ne cezâlara uğrayacak."

Bu önemli olduğundan, bütün ümmetlere oruç yazılmış. Demek ki olağan bir şey, bize de emrediliyor. Bu bir önemli husus.

Bir de, (eyyâmen ma'dûdât) yâni belirli günlerde... Bu da önemli bir şey! Yâni "Bu oruc niye böyle oluyor, yapamıyoruz, zor geliyor. Niye açlık bize emrediliyor?" denmesin diye, iki nokta beyan edilmiş: Eski ümmetlere de vazifeydi bu, size de vazife... Binâen aleyh, yapacaksınız. Sonra her zaman değil, her gün değil; (eyyâmen ma'dûdât) belirli günlerde...

Şimdi bu (eyyâmen ma'dûdât) Ramazan ayıdır. O da işte yirmidokuz veya otuz gündür ve bellidir. Şabandan sonra gelen, Şevvalden önce gelen şu ayda tutulacak diye sayılı günlerdedir.

"Bu (eyyâmen ma'dûdât), Ramazan orucu farz kılınmadan önceki eyyâm-ı biyz ve Aşûre gibi oruçlardır." diye de söyleyen tefsir alimleri olmuş ama, umûmiyetle "Ramazan orucu, yirmidokuz veya otuz gün olan oruç kasdediliyor." demişler.

(Femen kâne minküm marîdan ev alâ seferin feiddetün min eyyâmin uhar) Burada da üçüncü bir kolaylık ve rahatlık var. Orucu hoş karşılamak ve hoş kabul etmek için üç şey peşpeşe gelmiş oldu. Evvelkilere de farz kılınmış; binâen aleyh, elle gelen düğün bayram. Bütün insanların vazifesi demek ki... Ondan sonra eyyâm-ı ma'dûdât, belli günlerde, iki...

Üçüncüsü de: (Femen kâne minküm marîdan) "Eğer sizden hasta olan varsa, o kimse ki sizden hasta oldu o günde; (ev alâ seferin) veya seyahat üzere oldu, sefer üzere oldu..." Yâni bunu Türkçe güzelce söyleyecek olursak, bizim dil zevkimize göre: "Sizden hasta olan veyahut seyahatte olan kimse için, (feiddetün min eyyâmin uhar) başka diğer günlerde, yâni Ramazanın dışındaki bir zamanda, bu sayıları tamamlamak vazifesi vardır. Ma'dûdâttır, sayılı günlerdir, belirli günlerdir, eksik de olmaz."

--Ramazan orucunu yirmi gün tutsam olmaz mı?..

Olmaz. Tam, tamamı tutulacak, "On gün tutsam, beş gün tutsam..." pazarlığı yok! Ama seyahatte ise, veya hasta ise; o zaman o tutamadığı günler kadar bir zamanı, sonra sayarak ödeyecek.

(Ve alellezîne yutîknehû) "Ve o kimseler üzerine ki ona tàkat getirirler, itàka ederler; (fidyetün taàmü miskîn) onlara bir miskinin yedirilmesi fidyesi vazife olarak vardır."

Ne demek bu?.. Bunun üzerinde çeşitli sözler, ifadeler, açıklamalar yapılmış. Oruç tutmaya tàkati yetmeyenler, güç yetiremeyenler, imkân bulamayanlar için, fidye olarak bir fakirin yedirilmesi, doyurulması vardır.

Şimdi bu yutîknehû, kelimesinde bir yutìkn fiili var, etàka-yutîku-itàkaten; bu kelime üzerinde açıklama yapmam lâzım! Bir de hû zamiri var; bu hû zamiri üzerinde açıklama yapmam lâzım! Burda (fidyetün taàmü miskîn) var, bir de fidye üzerinde açıklama yapmam lâzım!..

Bu (yutîknehû) "Ona kim tàkat getirirse..." Bu etàka-yutîku iki mânâya gelebilir. Bir; zor da olsa bu işe tàkat getirip yapabilmek mânâsına... Fakat o mânâ olsa, Arapça'da daha ziyade istitâat kelimesi kullanılır; öyle olsaydı yestatinehû, denilirdi diyor bazı müfessirler. Bir de; çok zor olduğundan dermânı kesilmek yapamamak mânâsına, yânî tàkat getirememek mânâsına gelme ihtimali var.

Elmalılı, Türkçe Elmalılı Hak Dini Kur'an Dili tefsirinde, uzun uzun yutîkne'nin tàkat getirememek mânâsına geldiğini açıklamış. (Yutîknehû) "Ona tàkat getiremeyen..." Ona demekten maksad, oruca... Yâni "Hasta olduğu için oruca takat getiremeyenler, veyahut başka sebeplerden oruca takat getiremeyenler için (fidyetün) fidye vardır." Bu nedir?.. (Taàmü miskîn) "Bir fakirin doyurulması keffareti vardır."

Keffaret tabii atmış gün mânâsına da kullanılan bir tâbir olduğundan bunu ihtiyatlı kullanalım, ihtiyatlı anlayalım: "Fidye vermek vardır, orucun fidyesi vardır."

Bu (fidyetün taàmü miskîn) kıraatinden ayrı, (fidyetü taâmi miskîn) diye kıraatler de var. Miskin kelimesinin de, mesâkin diye kıraati var. Bizim Kur'an-ı Kerim'lerimizdeki, (fidyetün taàmü miskîn) tabiridir. Ama hepsi aşağı yukarı aynı mânâya varacaklar.

Bu orucu tutamayanlar sonuç itibariyle ne yapacaklar?.. Bir fakiri doyuracaklar, fidye verecekler. Bu hususta hadis-i şerifler var, onların açıklamalarını okuyalım:

Şimdi bir kere İbn-i Abbas RA'ın ve diğer alimlerin bir kısmının açıklamaları var, başka rivayetler var. Muaz RA diyor ki:

"--İşin başında isteyen orucu tutardı; isteyen de tutmazdı, onun yerine fakiri doyururdu. Yâni kişinin önünde iki seçenek vardı, iki imkân vardı. İsterse orucu kendisi tutardı; isterse orucu tutmaz, bir fakiri doyururdu. İlk oruçla ilgili emir geldiği zaman, böyle bir uygulama vardı."

İmam Buhàrî de Selemetübnül-Ekvâ'dan rivayet etmiş ki: "Bu ayet inince isteyen, yâni (alellezîne yütîknehû) oruca tàkat getiremeyenler..." Burdaki hû zamiri oruca gider, fidyeye gitmez. Çünkü fidyeye gitseydi hâ diye müennes zamiri gelecekti." diye Elmalılı uzun uzun açıklamalarda bulunmuş.

Oruca güç yetiremeyenler, gücü tàkati olmayanlar fakire yemek verir. Veyahut da yine yütìkne'nin iki mânâsından birisine göre gücü yeten, elinde imkânı olan, oruç yerine fakire yemek yedirir. Yâni zenginin zenginliğinden fakirin karnının doymasını sağlamak gibi olmuş oluyor.

Böylece, sonradan bu muhayyerlik, yâni "İstersen orucu kendin tut; istersen tutma, bir miskinin karnını doyur!" tarzındaki muhayyerlik kaldırılmıştır. Bundan sonraki 185. ayet-i kerime inince, herkese orucu bizzat tutması gerekli olmuştur, diye açıklama yapanlar var.

Bazıları da diyorlar ki: "Hayır! Burada bir nesih bahis konusu değildir." Meselâ İbn-i Abbas RA diyor ki: (Leyset mensûhaten) "Bu hüküm kaldırılmış, mensuh bir hüküm değildir. Daha sonraki ayetle değiştirilmiş bir hüküm değildir. Burada bahis konusu olan (eş-şeyhül-kebîr), yâni ihtiyar kimsedir."

Arapçada şeyh, ihtiyar mânâsına; bizdeki gibi tarikat şeyhi mânâsına denmiyor. "İhtiyar adam, tàkat getiremiyor, o zaman ne yapacak?.. Eskiden tàkat getirirdi, gençliğinde tutardı ama yaşlandı; o zaman ne yapacak?.. Yine bir fakire yemek yedirecek. O da oruç tutamamasının karşılığı olarak, aynı sevabı almasını sağlayacak. O mânâyadır." diye İbn-i Abbas böyle tefsir eylemiş.

Buna göre, meselâ ihtiyar kadın, ihtiyar zât. Bu ikisi oruç tutamıyorlar. Yemekleri yerler, onun yerine fakirlere yemek yedirirler.

Başka kimler olabilir böyle oruç tutamayan kimseler?.. Meselâ hanım, kadıncağız bebek bekliyor. Eğer yemek yemezse, bebeğini besleyemeyecek. Yâni daha doğmamış, bebek karnında, hamile... O zaman oruç tutarsa, bebeği veya kendisi zarar görecek. Çünkü bebek beklemekten dolayı, hamileliğin çeşitli sıkıntıları, zorlukları var. Vücuttaki bir takım faaliyetlerde, doktorların, tabiplerin bildiği, söylediği bir takım sıkıntılar oluşuyor. Zar zor oturuyor, kalkıyor, yaşıyor. Çeşitli sıkıntılar çekiyor.

Onun için annelerin hakları ödenemez. Aylarca o sıkıntıları çekiyor o bebeğe kavuşacağım diye, ondan sora bağrına basıyor... Bu hamile hanımlar da, bu tutamayanların içine girerler.

Yine emzikli anneler olabilir. Çocuğu doğmuş, çocuğu besliyor. Oruç tutarsa çocuk aç kalacak, süt olmayacak, çocuğunu besleyemeyecek. İşte onlar içindir.

Tabii oruç tutamayanlar, bu durumda olanlar fidye verirler. Ama, (Femen tetavvaa) "Kim sevap kazanmak için daha büyük bir gayret gösterirse, (fehüve hayrun lehû) o onun için daha hayırlıdır."

Daha büyük gayret göstermek ne şekilde olabilir? Ya bir fakiri beslemez de, birkaç fakiri birden besler. Enes RA yüz yaşına gelmiş, oruç tutamıyor tabii kendisi. Kazanlarla yemek pişirtirmiş, yüz fakir çağırır, onları doyururmuş. Bu tabii tatavvudur, sevap kazanmak maksadıyla bir gayrettir.

Ya da bir fakirin ölçeğini söylemişlerdir, iki kilo, üç kilo buğday veya beldenin mahsûlü neyse, arpa veyahut hurma, veyahut ona benzer şey... Onların miktarları fıkıh kitaplarında yazılmıştır, o kadar verir.

E o kadar vermiyor da, kendi cömertliğinden, iyilikseverliğinden daha fazla veriyor... Bu da tatavvunun bir şekli olabilir. Yâni bir miskine verceği asgarî miktarı vermiyor da, bol bol veriyor. Bu da öyle olabilir.

Veyahut da tatavvu'dan maksad ne olur?.. Elinde böyle imkân var, isterse oruç tutmaz, fukaraya yedirir ama, öyle yapmıyor; hem oruç tutuyor, hem fukaraya yediriyor. İki taraftan da sevap kazanıyor.

Böyle sevaba çok düşkün insanlar da, her zaman her devirde görülüyor. Bizim kardeşlerimizin arasında da, --Allah razı olsun-- böyle sevap için nice fedâkârlıklar yapan insanları hep gördük, gene de görüyoruz. Bu diyarda da görüyoruz, Allah razı olsun... Cami almak, daha başka hayırları yapmak hususunda nice gayretler gösteriyorlar. Keselerinin ağzını açıyorlar, sevapları kazanıyorlar. Allah sevdiği, razı olduğu kul eylesin...

(Femen tetavvaa hayran) "Kim hayır olarak böyle bir ilâve gayret gösterirse, bir iyilik yaparsa; (fehüve hayrun lehû) elbette mükâfatı daha çok olur, böyle davranışı onun için daha hayırlı olur, daha çok sevaplara nâil olur."

(Ve en tesmû hayrun leküm) "Eğer gücünüz yetiyor da, yettiği halde, 'Ben oruç tutmayayım, fakiri doyurayım!' diyorsanız; (ve en tesmû hayrun leküm in küntüm ta'lemûn) eğer iyice idrak edecek, orucun faziletini, maddî, manevî, sıhhî faydalarını iyice düşünecek olursanız, oruç tutmanız sizin için daha hayırılıdır."

Tabii burada da yukarıdaki kelimeleri anlayıştaki, tefsir edişlerdeki anlayışlara göre kim kasdediliyor diye de, anlayışlar yine burada çeşitli ihtimallere bölünüyor. Yâni "Hem oruç tutmaya kàdir ama, önünde seçenek olarak isterse oruç tutmaz da fakiri doyurur, ayet bu mânâya geliyor." diyenler, ayetin bu kısmına, "Bunlar fakir doyuracaklarına, orucu kendileri tutsalar daha hayırlıdır." diye mânâ veriyorlar.

Diğer şekilde anlayanlar: (Yâ eyyühellezîne âmenû!) "'Ey iman edenler!' hitâbına muhatab olanların hepsi, ey sizler, ey müslümanlar! Oruç tutmanız, evet meşakkatli bir ibadet, aç kalıyorsunuz, mahrumiyetlere katlanıyorsunuz, akşama doğru benziniz sararıp soluyor ama, bunun çok faydaları var. (Ve en tesmû hayrun leküm) Sizin oruç tutmanız, sizin için tutmamaktan çok daha hayırlıdır. Bu ibadeti sevin, bu ibadetin kıymetini anlayın! Çünkü bunun bir sevabı var ahirette..." diye mânâ veriyorlar.

Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurmuş ki bir hadis-i kudsîde: "Oruç benimdir, onun mükâfatını ben vereceğim. Benim için yapılıyor, mükâfatını çok vereceğim." Sabredenlerin mükâfatı bigayri hisâb verildiği için, çok sevaba nâil olacaklar.

Mânevî sevap var, bir... Ondan sonra bedenî fayda var, sıhhî fayda var. Çünkü yemek iyidir, insan gıda alıyor, besleniyor ama, bazen de fazla yendiği zaman zararlı oluyor. O zaman da doktorlar perhiz koyuyorlar, yasak koyuyorlar: "Şunları şunları yemeyeceksin veyahut az yiyeceksin, şu miktardan fazla yemeyeceksin!.." diyorlar. Sıhhî faydası var.

Sonra ahlâkî faydası var, nefsi terbiye etmesi faydası var. Tasavvufî faydası var, ictimâì faydası var, zihnî faydası var. Zihni cilâlandırıyor, kalbi nurlandırıyor, duyguları hassaslaştırıyor... Neticeleri itibariyle, çok önemli bir ibadet! Çok önemli bir ibadet olduğundan da, bütün ümmetlere emredilmiş. "Onun için ey mü'minler, oruç tutmanız, sizlerin hepiniz için çok hayırlıdır!" mânâsınadır bu.

(Hayrun leküm in küntüm ta'lemûn) "Eğer biliyor iseniz, bilen kimseler iseniz; eğer bu orucun esrârını, faydalarını anlayabilen kimseler iseniz, bu sizin için daha hayırlıdır." mânâsına.

Bu ayet-i kerimeden sonra 185. ayet-i kerimede de, yine oruçla ilgili hususlar devam edecek. O ayet-i kerimeden sonra, başka konuya geçeceğiz. Ama o 185. ayet-i kerimenin açıklamasını, inşâallah önümüzdeki sohbetimizde yapalım!

Allah hepinizden razı olsun... Hepinizi takvâ ehli, ibadetlerin kıymetini, izzetini, faydalarını anlayan àrif müslümanlar eylesin... Rızasına uygun yaşayıp, huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmayı, Allah cümlenize nasib eylesin...

Hem dünyada aziz, bahtiyar olun, hem de ahirette Rabbimiz cennetiyle, cemâliyle cümlenizi, sevdiklerinizle beraber müşerref eylesin...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtuhû, aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!..

18. 07. 2000 - AVUSTRALYA