20. 06. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ

Bakara: 174 - 176

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Hazırlayan: ERKAYALAR

-----------------------------------------

PEYGAMBERİMİZ'LE İLGİLİ BİLGİLERİ SAKLAYANLARIN DURUMU

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, üzerinize olsun...

Tefsir sohbetimizde Bakara Sûre-i Şerifesi'nin 174. ayet-i kerimesine geldik. 175 ve 176. da onlara bağlı. Beraberce ilk önce mübarek metnini okuyalım, dinleyelim; ondan sonra açıklamayı yapalım!

Bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(İnnellezîne yektümûne mâ enzelallàhu minel-kitâbi ve yeşterûne bihî semenen kalîlen ülâike mâ ye'külûne fî butnihim illen-nâra ve lâ yükellimühümullàhu yevmel-kıyâmeti ve lâ yüzekkîhim, ve lehüm azâbün elîm.) (Bakara:174)

(Ülâikellezîneşteravüd-dalâlete bil-hüdâ vel-azâbe bil-mağfireh, femâ esbarahüm alen-nâr.) (Bakara: 175)

(Zâlike biennallàhe nezzelel-kitâbe bil-hakk, ve innellezînahtelefû fil-kitâbi lefî şikàkın ba'id.) (Bakara: 176) Sadakallàhul-azîm...

a. Yahudilerin Peygamberimiz'le İlgili Bilgileri Saklamaları

Rabbimiz Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri, daha önceki ümmetlere indirdiği kitaplarda, Peygamberimizin sıfatıyla ilgili bilgileri koyduğu ve o ümmetleri, Peygamberimiz geldiği zaman ona uymaya yönlendirdiği halde; bu konuda peygamberleri o ümmetlere vasiyet ve tavsiyede bulunduğu halde, o ümmetlerin bu bilgileri saklaması üzerine, bu âyet-i kerimeler nâzil olmuş.

Tefsir kitapları birinci âyet-i kerimenin, Peygamber Efendimiz zamanındaki, çevredeki yahudi reislerinin ve alimlerinin, yâni hahamlarının, ahbarının --noktasız ha ile ahbar, yahudi alimi demek-- sakladıkları bilgiler dolayısıyla indiğini beyan ediyorlar. Mânâsını beyan edelim:

(İnnellezîne yektümûne mâ enzelallàhu minel-kitâb) İnne; muhakkak ki, gerçekten, hiç şüphe yok ki mânâsına edat-ı tahkik, yâni muhakkak olduğunu belirten edat. Söylenen hükmün, sözün muhakkak, kesin olduğunu bildiren sıfat bu. Te'kid edici bir sıfat.

(Ellezîne) "O kimseler ki, (yektümûne) saklıyorlar." Neyi?.. (Mâ enzelallàhu) Allah'ın indirdiklerini gizliyorlar, saklıyorlar. (Minel-kitâbi) Allah'ın indirmiş olduğu kitaplardan, âyetlerden, vahiylerden bildiklerini saklıyorlar. (Ve yeşterûne bihî semenen kalîlâ) Hiç şüphe yok ki bunlar, bu saklamalarıyla, bu gizlemeleriyle az bir bedel elde ediyorlar, satın alıyorlar.

(Ülâike) İşte bunlar, (mâ ye'külûne fî butnihim illen-nâr) karınlarına, midelerine, işkenbelerine ateşten başka bir şey sokmuyorlar, ateşten başka bir şey yemiyorlar. (Ve lâ yükellimuhümullàhu yevmel-kıyâmeti) Kıyamet gününde de, Allah onlarla konuşmayacak. (Ve lâ yüzekkîhim) Onları temizlemeyecek, pak eylemeyecek. (Velehüm azâbün elîm.) Ve onlara elem verici, fecî bir azab gelecek. Onlar böyle elem verici bir azâba uğrayacaklar.

Bu âyet-i kerimelerin, o zamanki inatçı yahudi bilginlerinden Ka'b ibn-i Eşref, Huyey ibn-i Ahtab ve Cüdey ibn-i Ahtab gibi kişiler hakkında indiğini kitaplar kaydediyor. Bunlar Peygamber SAS Efendimiz'in geleceğini Araplara söylüyorlardı. Zaten bütün dünyaya dağılmış olan, çevreye dağılmış olan yahudiler, "İbrâhim AS'ın soyundan bir ahir zaman peygamberi, mübarek zat gelecek!" diye beklemekteydiler. Onlar bu gelecek kişinin kendilerinden geleceğini, yahudilerin içinden geleceğini sanıyorlardı.

Halbuki İbrâhim AS'ın evlâdı sadece yahudiler değil. İsmâil AS vasıtasıyla Hicaz'da yerleşmiş olan Araplar da onun soyundan. Oradan geleceğini tahmin etmiyorlardı. Hepsi beklemektelerdi. Yâni "Ahir zaman peygamberinin gelmesi yaklaştı, gelme alâmetleri belirdi. Tarihi çok yakın!" diye söylüyorlardı.

Bunu geçtiğimiz sohbetlerde, Bakara Sûresi'nin daha önceki âyetlerinde de anlatmıştık. Bu kesin bir olay. Gelecek diye söylüyorlardı. "Gelince biz şirki yok edeceğiz. Bu ahir zaman peygamberi şirki, müşrikliği, putperestliği yok edecek! Siz müşrikleri yeneceğiz." diye söylüyorlardı.

Fakat Allah'ın takdirine bakın ki, o müşrik dedikleri insanlar Peygamber Efendimize iman ettiler, mü'min oldular. Bunlar bu sefer inatçı durumuna ve hakkı saklayan insan durumuna, inat edip gerçeği kabul etmeyen inatçı kişiler durumuna düştüler.

Tabii onların, okumuş insanlar olarak bir saygınlığı vardı yaşadıkları beldelerde. Bundan dolayı hediyeler alıyorlardı, gelirleri vardı, menfaatleri vardı. Bu ahir zaman peygamberine tâbî oldukları zaman, bu gelirler kesilecek diye korktuklarından, ileriye dönük hesaplar yaptıklarından; menfaat hesabı, para, pul, gelir, geçim hesabı, maddiyat hesabı yaptıklarından kabul etmediler.

Kabul edenler oldu. "Evet yâ Rasûlallah, aynen senin söylediğin gibidir. Tevrat'da, İncil'de böyle âyet-i kerimeler vardı, biz zaten bekliyorduk. Sen haklısın. Ben senin ahir zaman peygamberi olduğunu kabul ettim ve imana geldim!" diyenler var. Böyle imana gelenleri Kur'an-ı Kerim bildiriyor, medhediyor. Bunlardan birisi Abdullah ibn-i Selâm RA; bir yahudi alimiyken müslüman olmuştu.

Bazıları da inkâr ettiler. Peygamber Efendimiz'in düşmanlarıyla, Kureyş'le işbirliği yaptılar. Savaşlarda onların yanında yer aldılar, müslümanlarla çarpıştılar. Çeşitli savaşlarda, Uhud, Hendek ve diğer savaşlarda müslümanları güç durumda bıraktılar. Ve sonunda Cenâb-ı Hak mü'minleri, Peygamber Efendimiz'i ve hakkı, İslam'ı galip eyledi.

İşte Allah'ın kitaptan, kitabın bazı âyetleri olarak, bazı bilgiler olarak, hükümler olarak indirmiş olduğu şeyleri saklayanlar, bildikleri halde ahir zaman peygamberini saklayanlar, onun sıfatlarını söylemeyenler, ne zaman geleceğini söylemeyenler... Yâni ayetler ortada, onları saklayamazlar da, bu ayetlerin açıklamalarını yanlış yönlendirip, başka türlü yapıp, mânâyı kaydırdıkları için, gerçeği çarpıttıkları için, saptırdıkları için menfaat sağlıyorlardı, tezgahları devam ediyordu. Kazançları geliyordu. Reislikleri ellerinden gitmiyordu, gitmemişti. Ama, az bir şey bunlar... Yâni ne kadar çok olsa, dünyanın serveti olsa, Kàrun gibi zengin olsalar ne fayda?.. Firavun gibi olsalar, Nemrut gibi olsalar, işte onların akıbetleri ortada... Ne çare?..

İşte maalesef, o değerlendirmeyi onlar yapamadığı gibi, bizim zamanımızda da, şimdiki zamanda da düşünecek olursak pek çok insan Kur'an'ın Hak kelâmı olduğunu bilir, güzel huyların ne kadar değerli olduğunu bilir, Allah'ın emirlerinin ne kadar insanlık için değerli, faydalı olduğunu bilir ama; yönünü, yolunu, alışkanlıklarını, kötü huylarını bırakamaz. Karşı tarafta haktan uzakta, hakla mücadele ederek, hakkın karşısında, bâtıl cebhede, şeytanın cephesinde çalışır dururlar. Bu tabii büyük şaşkınlık...

Ne kadar menfaat elde etseler, yâni milyarlar alsalar kıymeti yok! Çünkü dünya hayatı zaten sıfır... Ebediyyetin yanında sıfır. Çünkü sonsuzun yanında, rakamlar sıfır gibidir. Az bir şey, semenen kalîlâ... Semen, peltek se ile, üç noktalı se ile; bedel demek. Semenen kalîlâ; az bir bedel, az bir fiyat, az bir menfaat, az bir karşılık alıyorlar bu gizlemeleri dolayısıyla, hakkı sakladıkları için. Çetelerin, kötü insanların, şeytan taraftarlarının, İslâm düşmanlarının bir takım paraları, bu vesileyle hakkı söylemeyip sakladıkları için bunların ceplerine giriyor ama, ne kadar çok olsa, az.

(Ülâike mâ ye'külûne fî butnihim) "Bunlar karınlarına yemiyorlar; (illen-nâr) ancak ateş yemiş oluyorlar." Yani bu paraları alıyorlar yiyorlar ama, bu yedikleri bu dünyada onlara hayır getirmez. Ahirette de, bu haksız yere, günah işleyerek, haram işleyerek, Allah'ın emirlerine karşı gelerek aldıkları paraların karşılığında, cehennemde karınlarına ateş doldurulmak suretiyle, onlar fokur fokur kaynayacak, öyle azab görecekler. Bunlar, ateşten başka bir şey yemiyorlar böyle yapmakla?

(Ve lâ yükellimuhümullàhu yevmel-kıyâmeti) "Ve Allah-u Teàlâ Hazretleri kıyamet gününde onlarla konuşmayacak." Bu konuşmamak sözü, Arapça'da gazab ediyor mânâsına. "Ben sizle konuşmuyorum! Ben onunla konuşmam!" demek. Yâni kızıyor. Kızmaktan kinaye böyle bir söz.

Tabii, Allah-u Teàlâ Hazretleri onları azarlama tarzında konuşacak. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in öbür âyetlerinde geçiyor. Onlar Allah'a yalvarıp:

"--Yâ Rabbi, bizi affet. Bizi dünyaya döndür, iyi kul olacağız. Yaptğımız hataları yapmayacağız!" diye cehennemde yalvarmaya kalktıkları zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri onları azarlayacak ve buyuracak ki:

(Kàlahşeû fihâ ve lâ tükellimûn) "Susun, benimle konuşmayın!" diye tevbih edip, Cenâb-ı Hak onlara azar sözü söyleyecek. Ama onların hoşuna gidecek, onları sevindirecek, "Affettim, mağfiret eyledim, bağışladım!" gibi bir rahmet sözü duymayacaklar. Cenâb-ı Hak onları sevmediği için, gazâb edecek. Onların yüzüne bakmayacak. Onların yüzüne bakmamak ve konuşmamak, gazâbı gösteren ifadelerdir.

(Ve lâ yüzekkîhim) "Ve Allah onları temizlemeyecek." Mü'minleri temizleyecek. Nasıl temizleyecek?.. Dünya hayatındaki hatalarını affedecek, günahlarını bağışlayacak; günahlardan hasıl olan kirlerden temizleyecek. Onları böyle tertemiz, pırıl pırıl, pürnur olarak, temizlenmiş olarak, pak kullar olarak cennete sokacak. Ebedî saadete erdirecek.

Bunları afv u mağfiret etmeyecek, günahlarını bağışlamayacak. Kibirlilikleriyle, o berbat halleriyle, iğrenç sûrette, pis kokularıyla, günahlarıyla, yedikleri haramlarla, öyle o halleriyle kalacaklar.

(Ve lehüm azâbün elîm.) Elîm; faîl vezninde, elem verici mânâsına, mü'lim mânâsına gelen bir kelime. "Çok elem veren, çok şiddetli, çok pişman ve perişan edici bir azâb olacak onlar için. Böyle bir azâb onların payı olarak, onların cezası olarak onları bekliyor. Ona uğrayacaklar."

b. Hidayeti Bırakıp Dalâleti Almaları

(Ülâikellezîneşteravüd-dalâlete bil-hüdâ vel-azâbe bil-mağfireh, femâ esbarahüm alen-nâr.) (Bakara: 175)

(Ülâike) Bunlar, (ellezîne) o kimselerdir ki, (neşteravüd-dalâlete bil-hüdâ) hidâyeti vermişler, dalâleti almışlar." Dalâlet; sapıklık, şaşkınlık, yanlışlık demek yani. "Bu adamlar o kimselerdir ki, hidâyet yerine, hidayeti verip, hidâyet mukabilinde, hidâyetten vazgeçerek, hidâyeti alacakları yerde, dalâleti satın aldılar."

Az bir para kazanıyorlar ya, sanki dalâleti satın almış oluyorlar. Halbuki hidâyet yolunda olsalardı, cennete gireceklerdi.

Fatihâ'yı hep okuyoruz, Cenâb-ı Hak'tan hidâyet yolunu istiyoruz. (İhdinâ) diyoruz, "Bizi hidayete sevk et!" diyoruz. Sırat-ı müstakimi istiyoruz dâima. Onlar bu sırat-i müstakimi veriyorlar, vazgeçiyorlar, ellerinden çıkartıyorlar. Sanki para verip de bir mal almak gibi, hidâyeti verip de, dalâleti alıyorlar.

(Vel-azâbe) "Azâbı alıyorlar kazanıyorlar, (bil-mağfireh) mağfiretin mukabilinde, mağfireti alacak yerde..." Mağfireti almıyorlar, sanki onu feda ediyorlar, veriyorlar da azâbı satın alıyorlar gibi. Yanlış bir alışveriş. Bu yaptıklarını menfaat için, para için yapıyorlar ya, bu alışveriş yanlış bir alışveriş. Bu ticaret kârlı bir ticaret değil.

İyiyi verip kötüyü almak, çok yanlış bir şey. Nasreddin Hoca'nın, "Dostlar alışverişte görsün!" dediğinden de daha kötü bir şey. Çünkü en iyiyi verip, en kötüyü alıyorlar. Hiç Cenâb-ı Hakk'ın mağfiretini kazanıp, cennete girmek varken; azâbına müstehak olup, cehenneme atılmak, cayır cayır yanmak bir olur mu?..

Hidâyet yolunu bırakıp, tertemiz mü'min kullar olarak, evliyâullah olarak yaşayıp da, Allah'ın huzuruna sevdiği kul olarak varmak varken; àsî, mücrim, günahkâr, pis, iğrenç mahlûklar, varlıklar olarak, binbir türlü günah ve suç irtikâb ederek, Allah'ın huzuruna böyle suçlu varmak bir olur mu?.. Yanlış iş yapıyorlar. İyiyi verip kötüyü alıyorlar. Bunlar öyle kimselerdir.

(Femâ asberahüm alen-nâr.) "Bunların ateşe böyle bu kadar cür'et yapmalarına ne sebep oluyor, ne sebeple yapıyorlar bunu?.." Buradaki mâ'yı soru edatıdır diyenlere göre:

"--Bunlar cehennemin tahammül edilmeyecek azâbına sabretmeyi nasıl göze alıp da, bu cür'eti nasıl yapıyorlar? Ne bunlara bu cür'etkârlığı yaptırtıyor? Ne biçim şey?.."

Bu soru tevbih içindir. Yâni, "Ne kadar yanlış, ne kadar çirkin, ne kadar kötü!" mânâsına bir soru. Cenâb-ı Hak tevbih için bu tarzda soru sormuş, soru tarzında ifade ediyor. "Bunları bu cür'eti yapmağa ne sevkediyor? Yapılır mı bu? Yapılmaz, yapmamaları lâzım!" mânâsına.

Bir de burada fiil-i taaccüb vardır. (Femâ asberahüm alen-nâr.) Yâni, "Bunlar nasıl sabredecekler cehennem azâbına uğradıkları zaman?!.. Bu kadar korkunç bir şeyi nasıl hazmedecekler, nasıl tahammül edecekler?!.." diye taaccüb içindir mânâsını da veriyorlar.

Bir de şu mânâyı verenler var: "Bunların kendilerini cehenneme götürecek olan cesareti kazanmalarının sebebi ne? Neden bunu yapıyorlar?.."

Sonuç itibariyle, hepsi de yapmamaları gerekir mânâsına geliyor. "Bu kişiler azâba uğrayacaklar... Yapmasalardı daha iyi olurdu!" mânâsına geliyor.

Bu azâba uğramaları, bu feci cezaya mâruz kalmalarının mahkeme-i kübrada sebebi, gerekçesi nedir?..

c. Kitapta İhtilâfa Düşmeleri

(Zâlike biennallàhe nezzelel-kitâbe bil-hakk, ve innellezînahtelefû fil-kitâbi lefî şikàkın ba'id.) (Bakara: 176) Sadakallàhul-azîm...

(Zâlike) "Bu cezaya çarpılmaları şundandır: (Bi ennallàhe nezzelel-kitâbe bil-hak) Allah vahyini, kitabını hak ile indirmiştir. (Ve innellezinahtelefû fil-kitâb) Bu kitap konusunda ihtilâfa düşenler ise, (lefî şikàkın baîd.) haktan çok uzak bir aykırılık, ayrılık içindedirler. Ondan dolayı, hakka uymadıklarından dolayı, bu cezaya çarptırılırlar." mânâsına.

Buradaki kitap, bazı müfessirlere göre Tevrat'dır. Cenâb-ı Hak Tevrat'ı Mûsâ AS'a indirdi. İçinde ahlâkî emirleri buyurdu. Benî İsrâil'in, Mûsâ AS'ın kavminin, ashabının, ona tâbi olanların uyması gereken hükümleri bildirdi. Bu arada, ahir zaman Peygamberi geldiği zaman, ona tabi olmalarını da bildirdi. Ahir zaman peygamberinden bahsetti. Böyle bir peygamber gelecek diye Tevrat'ta âyetler var. Biliyorlar bunu. Hak olarak indirdi.

Onlar da bunda ihtilaf ettiler, buna muhalefet ettiler. Kitabın bu hükmüne, yâni, "Ahir zaman peygamberinin zamanına erişenleriniz olursa, Ey Mûsâ AS'ın ümmetinden olan, devam eden insanlar, ona tabi olun!" emrine muhalefet yaptılar.

Kitap konusunda ihtilafın bir açıklaması da şöyle: Allah Mûsâ AS'a Tevrat'ı indirdi, İsâ AS'a İncil'i indirdi, Muhammed Mustafa Efendimiz Aleyhis-salâtü ves-selâm'a da Kur'an-ı Kerim'i indirdi. Allah'ın bazı kitaplarına inanıp, bazı kitaplarına inanmamak, Allah'ın hükmüne, kitabına muhalefet etmek demektir, ihtilaf etmek demektir. Ona inanıyor, buna inanmıyor... E hepsi Allah'tan; ona inanıyorsan buna da inanacaksın! Çünkü hepsini Cenâb-ı Hak göndermiş. Bu mânâya da gelebilir.

Yahut da Allah'ın kitabı içindeki bazı âyetlere inanıp bazılarına inanmak, o da sebebi azâbdır. Yani Cenâb-ı Hakk'ın indirdiği âyetlerin hepsine iman etmemiz gerekir. Eskilerin, yenilerin, eski ümmetlere indirilenlerin, son indirilenlerin bazısına inanır, bazısına inanmazsa, olmaz!

(Efetü'minûne biba'dıl-kitabi ve tekfurûne biba'd) "Kitabın bazı âyetlerine inanıyorsunuz da, bazılarına inanmıyor musunuz?" Yâni, bazılarını uyguluyorsunuz, ötekilerin ahkâmını uygulamıyorsunuz. Bunu yapanların yanlış yaptığını ve büyük cezaya uğrayacaklarını bildiriyor.

Hàsılı gerek Tevrat'a inanıp, Kur'an'a inanmadıkları için, gerek Tevrat'ın içindeki ahkâmın bazısını yahudi oldukları için kabul ettikleri halde; bazısını da işlerine gelmediği için işlemedikleri, sakladıkları, uygulamadıkları için, onların cezası olarak cehenneme atılacaklar.

"Böyle Allah'ın kitapları, hükümleri, vahiyleri konusunda ihtilaf edenler hiç şüphe yok ki, (lefî şikàkın baîd.) çok büyük bir aykırılık ve ayrılık içindedirler."

Şikàk, şıklar demek. Şık; yarısı demek, parçası demek, bölümü demek, bir ihtimal demek, seçenek demek. Bir şeyin alternatifi diyorlar şimdi. Bir şıkkı budur, öteki şıkkı budur.

Şâkka ve şikàk, mufâale babından masdardır; mükàtele ve kıtal gibi. Şak olmak, ayrılmak demek. Allah-u Teàlâ Hazretleri, Peygamber Efendimizin işaretiyle kameri ikiye ayırmış, buna şàkkul-kamer deniliyor.

Şikàk da aykırılık ve ayrılık demek, ayrılmak demek. Ay ikiye ayrıldı. Ona şakkul-kamer denilmiş. Şikàk da; bir takım insanları bir takım insanlardan fikir bakımından ayrılması, onlara aykırı davranışlar içine girmesi, muhalefet etmesi demek. Yâni, "Kitap konusunda davranışları bozuk olanlar çok uzak, çok derin bir aykırılık içindedirler."

Baîd uzak demek. Bu uzaklık nereye göre uzaklık?.. Hakikate göre. Hakikatten çok uzak düşmüş bir aykırılık ve ayrılık, gayrılık içindedirler bunlar. Bu ayrılıktan dolayı, haktan ayrı olmaktan dolayı, cehennem azâbına uğrayacaklar, cehennemde azap görecekler.

Peygamber SAS Efendimiz'in her zaman hatırlattığım bir hadis-i şerifi var. Buyuruyor ki hadis-i şerifinde:

(Zül meal-hakkı haysü zâle) Zül-zâle-yezûlu gitmek mânâsına, zâil olmak mânâsına. (Zül meal-hakkı) "Hak ile beraber git. Hakkın yanında beraber git; (haysü zâle) hak nereye giderse..."

Yâni hak neredeyse sen haktan yana ol! Senin tanıdıklarının yanındaysa; tamam sen haktan yanasın. Tanıdıkların da onun yanında olduğu için, berabersin. Ama hak düşmanının tarafındaysa, o zaman yine hakkın yanında olacaksın. O benim düşmanım diye, haktan ayrılmayacaksın. Bunlar benim dostum diye, bâtılın yanında kalmayacaksın.

Allah böyle emrediyor. Haktan yana olmayı emrediyor. Peygamber Efendimiz de böyle emrediyor. Haktan yana olacağız.

(Velev alâ enfüsiküm evil-vâlideyni vel-akrabîn) "O kadar adalete riâyet edecek ki müslüman, kendisinin aleyhine bile olsa hakkı söyleyecek. Anne babasının ve akrabasının aleyhinde bile olsa, haktan yana davranacak." Yâni, tarafgirlik yapmayacak, kayırma yapmayacak, bencillik yapmayacak, taassub göstermeyecek, kavmiyetçilik, kabilecilik yapmayacak, yandaşcılık yapmayacak; adaletçi olacak, tam adaletçi olacak. Teraziyle tartacak, tam dürüst olacak.

Bunlar tabii öyle yapmadıkları için, haktan çok uzaklaştıkları için, o cehennem azâbına uğrayacaklar.

Tabii bunlar da bizim kardeşlerimiz, Hazret-i Adem'in torunları... Adem AS'ın Peygamber Efendimizle karşılaşması beni çok duygulandırır, o sahne gözümün önüne gelir: Mi'raca çıkarken Adem Atamız'ın yanına varmış, konuşmuş. Ak sakallı, ebül-beşer Adem Atamız sağ yanına baktığı zaman gülüyormuş, sol tarafına baktığı zaman üzülüp ağlıyormuş. Bunun sebebini sorunca Peygamber SAS Efendimiz, Cebrail AS'a.

Sağ taraftakiler Adem AS'ın zürriyetinden, benî Ademden, insanlardan cennetlik olanlar... Onları görünce Adem AS; "Bu evlatlarım benim, Allah'ın emrini tuttular, cennetlik oldular." diye seviniyor. Ama soldakiler günahkârlar olup, Allah'ın emrini dinlemeyip, cehenneme gidecekler. Onları da görünce; "Bunlar benim evlatlarım. Allah'ın emrini tutmadılar. İyi müslüman, iyi mü'min olamadılar. Cehenneme müstehak oldular." diye, onların uğradığı durumdan dolayı üzülüp ağlıyormuş.

Şimdi biz de hiç kimsenin cehenneme gitmesini istemiyoruz. Peygamber Efendimiz de öyle müşfik idi. Geçen hafta okuduğum hadis-i şerifte buyuruyor ki:

"--Ey ümmetim, ey insanlar! Sizden biriniz vefat ederse, geride mal bırakırsa; mal ailesinindir, çoluk çocuğunundur, mirasçılarınındır. Ama geride mal bırakmaz da, borç bırakırsa; borcu ben ödüyeceğim, borcu benimdir. Perişan aile efradı bırakmışsa; onlara ben bakacağım, onlara bakmak vazifesi benimdir." diyor.

Ne kadar şefkatli Peygamber Efendimiz. Bizim de Peygamber Efendimiz'in ahlâkıyla ahlâklanmamız lâzım! Onu örnek alıyoruz çünkü, onun yolunda yürümeye çalışıyoruz. Bizim de çok merhametli olmamız lâzım!

Bir insanın cehenneme gitmesi bizi memnun etmiyor. Cehenneme gidecek iş yapması bizi memnun etmiyor. Cennete gidecek iş yapması memnun ediyor. Mü'min oldu mu seviniyoruz, bağrımıza basıyoruz. Mü'min evladıyken ayağı kayıp da küfre düştü mü, kötü hallere, kötü huylara düştü mü, batakhanelere düştü mü, üzülüyoruz. Esrara alıştı mı, kumara alıştı mı üzülüyoruz. Hapse düştü mü, üzülüyoruz. Bütün bunlardan elem duyuyoruz. İnsanların bu gibi durumlardan kurtulması için çalışıyoruz. Tabii cehenneme girenlerden memnun olmayız, üzülürüz, girmelerini istemeyiz.

Ne yapması lâzım?.. Tavsiyemiz, herkesin haktan yana olması lâzım. Dünyevi küçük hesapların sonu yoktur, faydası yoktur, devamı yoktur. Az bir menfaat elde edilse bile, bir müddet yaşansa bile, sonunda haramlar dünyada da burnundan fitil fitil gelir. Dünyada da fayda görmez. Ahirette de cehenneme atılır. Ateşle karnı dolar, korkunç azaplara maruz kalır.

Rabbimiz bizi lütf u keremiyle, güzel işleri yapmaya muvaffak eylesin... Tevfikını refik eylesin... Huylarımızı güzelleştirmeyi, güzel ahlâklı, kâmil insanlar olmayı nasip eylesin... Haktan yana olmayı, mert, haktan yana, iyilikten yana, hayırdan yana olmayı nasip eylesin... Dîn-i mübîn-i İslâm için, iman için Allah'ın rızasını kazanacak güzel çalışmalar yapmayı; insanların sevgilerini, gönüllerini alacak hayırlı hizmetler vermeyi nasib eylesin...

Ömrümüzü hayırlı, verimli, olumlu geçirip, uzun ömürle muammer olalım... Rabbimizın huzuruna, sevdiği razı olduğu kullar olarak varalım... Rabbimiz bizi lütfuna erdirsin... Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin...

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler, esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

20. 06. 2000 - AVUSTRALYA