09. 05. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ (Bakara: 158)

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Hazırlayanlar: Dr. Metin Erkaya & M. Esad Erkaya

------------------

SAFÂ İLE MERVE

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Televizyon izleyicileri ve Ak-Radyo dinleyenleri! Allah hepinizden razı olsun... Dünya ve ahiretin hayırlarına cümlenizi erdirsin...

a. Safâ ile Merve Arasında Sa'y

Bakara Sûre-i Şerifesi'nin 157. ayetine kadar gelmiştik. Şimdi bugün 158. ayet-i kerimesi üzerinde sohbetimi yapmak istiyorum. Önce ayet-i kerimeyi okuyalım, bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(İnnes-safâ vel-mervete min şeàirillâh, femen haccel-beyte evi'temera felâ cünâha aleyhi en yattavvefe bihimâ, ve men tetavvaa hayran feinnallàhe şâkirun alîm.) (Bakara: 158)Sadakallàhul-azîm.

Önce, topluca ayet-i kerimenin bir mânâsını verelim, sonra kelimelerini açaklayalım, diğer bilgileri sunalım:

(İnnes-safâ vel-mervete min şeàirillâh) "Safâ ve Merve, hiç şüphe yok haccın şeàirindendir, yapılması gereken vazifelerindendir. (Femen haccel-beyte) Kim haccederse, (evi'temera) veya umre yaparak ziyaret ederse, (felâ cünâha aleyhi en yattavvefe bihimâ) bu Safâ ve Merve'yi tavaf etmesinde, ikisi arasında gidip gelmesinde hiçbir mahzur, günah yoktur. (Ve men tetavvaa hayran) Kim bir hayrı severek, ibadet olarak, Allah'ın sevabını kazanmak maksadıyla, kendisi gayrete gelerek icrâ ederse, (feinnallàhe şâkirun alîm) Allah-u Teàlâ Hazretleri onun bu temiz niyetini, güzel gayretini kat kat mükâfâtlandırır. Çünkü her fiilin mükâfâtının kıymetinin ne olduğunu o bilir, çok iyi bilir. İyi niyetleri o değerlendirir, mükâfâtları o verir."

Ayet-i kerime bu. Bu kısa mânâdan anlaşıldığı üzere, Mekke-i Mükerreme'de Kâbe-i Müşerrefe'ye yakın yerde bulunan, Mescid-i Haram'ın kuzeydoğu tarafında bulunan iki tepecik, Safâ ve Merve tepeleri var. Hacca gidenler, umreye gidenler, umre yapacakları zaman, haccedecekleri zaman, Kâbe'yi tavaf ettikten sonra bunların arasında, fıkıh kitaplarında yazılı usüllere uygun olarak gidip geliyorlar. Safa ile Merve arasında sa'y etmek deniliyor buna. "Haccın sa'yini yaptık.", "Umrenin sa'yini yaptık." diye duymuşsunuzdur bu sözleri.

Sa'y tek başına, müstakil bir ibadet değildir, tavaftan sonra yapılan bir ikinci işlemdir ama, tavafa bağlıdır. Her tavafın arkasından değil de, bazı tavafların arkasından yapılır. Tek başına Safâ ile Merve arasında sa'yetmek yoktur.

Bu Safâ ve Merve arasında sa'yetmek, Allah'a ibadet maksadıyla hac ve umre yapanların yapması gereken vazifelerdendir, şeàirdendir.

(Femen haccel-beyte) "Kim Beyt'i haccederse..." Haccetmek lügatta, sık ziyaret etmek, kasdetmek, teveccüh etmek mânâlarına geliyor. Ama belli zamanda, belli usüllere riayet ederek, ihram giyerek yapılan ve İslâm'ın beş büyük esasından birisi olan ibadete de hac deniliyor, biliyorsunuz.

(Evi'temera) İ'temera, umre kelimesinin iftial bâbına gelmiş şekli. "Kim umre yaparsa..."

"Kim Beyti, o belli zamanda haccetmek üzere gider, tavaf ederse; o belli zamanın dışında umre yapmak için gidip, ziyaretini yapar da tavafını yaparsa; (felâ cünâha aleyhi en yattavvefe bihimâ) bu ikisi arasında, yâni Safâ ile Merve arasında sa'yetmesinde, gayretli gayretli ibadet maksadıyla, tekrar tekrar gidip gelmesinde ona hiçbir günah yoktur." Yedi defa oluyor, herbirine şaft deniliyor, yedi şavtlı oluyor. Bunu böyle yapmasında hiçbir mahzur yoktur.

Allah'tan ecir ve sevap umarak kim böyle gayretle hayır işlerse, Allah-u Teàlâ Hazretleri onu mükâfâtlandırır. Çünkü, her kulun yaptığı ibadetteki niyetini, halini, düşüncesini, kalbini en iyi şekilde bilir ve ona göre gereken mükâfâtı ihsân eder.

b. Haccın Yapılış Şekilleri

Haccın üç yapılış şekli var: Sadece hac, hacc-ı ifrad... Hac ve umreyi aynı ihramla yapmak, hacc-ı kıran... Önce umreyi yapıp, sonra elbiseleri değiştirip, Mekke ahalisi gibi, orada yaşayan insanların tabii yaşantısı gibi, hiçbir hac yasağı olmadan; koku sürünebilir, traş olabilir, tırnak kesebilir vs. Böyle bir rahatlama devresinden sonra, hac günleri geldiği zaman da tekrar ihrama girer, hacceder. Bu arada şöyle bir rahatladığı için hacc-ı temettû deniliyor buna da...

Hacc-ı kıran'a niyet edenler, umreyi yapıyor, ihramda kalıyor, yasaklar devam ediyor, olağanüstü hal devam ediyor; haccın günlerine kadar aynı ihramda bekliyor. Haccın günleri gelince, haccın vazifelerini yapıyor. Buna da umre hac ile bir arada olduğu için, bir arada olmak mânâsına gelen kıran ismi veriliyor. Mukàrenet kelimesi de aynı kökten geliyor, yakınlaşmak demek. Kıran ismi niçin verilmiş burda?.. Umre ile hac ayrılmamış, yakın, bitişik birbirine; aynı ihramla yapılmış, vazife devam etmiş, kesinti olmamış, arada ihramdan çıkma olmamış demek.

Hacc-ı ifrad, hacc-ı temettû, hacc-ı kıran; bu üç şekilden biriyle yapılabilir hac. Hacc-ı temettû ve hacc-ı kıran'da umre yapıp haccetmek var. Hacc-ı ifradda ise, umre yapmayıp sadece haccetmek var. Bunların hepsinin belirli kuralları, usülleri var. O usüllere uyularak bu vazife yapılıyor, haccedilmiş oluyor.

Allah bütün hac yapanları mükâfâtlandırsın, büyük sevaplar, ecirler versin, afv ü mağfiret eylesin... Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin... Gitmeyenlere de gitmeyi nasîb eylesin...

Hacca giden insan veya umreye giden... Umreye ne zaman gidilir?.. Senenin herhangi bir gününde ve Kâbe'yi ziyaret kasdıyla, mîkad mahallerinden ihrama girerek, niyet ederek Mekke'ye gider de, Kâbe-i Müşerrefeyi yedi defa dolaşır, tavafını yapar da, ondan sonra bu Safâ ile Merve arasında yedi defa gelip giderek sa'yini de yaparsa; ondan sonra, traş olur ihramdan çıkarsa, umre yapmış olur. Senenin herhangi bir zamanında olabilir. İlle şu ayın şu günleri arasında olacak diye bir şey yok.

Ama, buna mukàbil hac ziyareti; umre de Kâbe'yi ziyaret, hac da Kâbe'yi ziyaret ama, hac daha teferruatlı, daha geniş bir ziyaret ve belli bir zamanda olabiliyor. Onun için, umre kısa sürdüğünden, ona hacc-ı asgar denmiş, küçük hac demek oluyor. Öteki bildiğimiz hacca da hacc-ı ekber denmiş. Ayrıca, Arafat'ta vakfe cuma gününe denk gelirse, onda sevap çok olduğundan, ona da hacc-ı ekber deniliyor; o da ayrı.

Hac ne zaman yapılır?.. Hac Zilhicce ayında yapılır. Zilhiccenin dokuzuncu günü Arafat'ta hacıların toplanması lâzım! Zilhiccenin dokuzunda Arafat'ta bulunamayan, Arafat vakfesini yapmayan haccetmiş olmaz. Onu kaçıran haccı kaçırmış olur. Onun için Peygamber SAS bir hadis-i şerifinde:

(El-haccü arafatü) "Hac, Arafat'a çıkıp vakfe yapmak demektir." buyurmuşlar. Vakfenin günü de senede bir gün, Zilhiccenin dokuzu.

Zilhiccenin dokuzu gelmeden önce, Türkiye'den veya bir başka ülkeden haccetmek maksadıyla bir kimse giderse, ne yapacak?.. Onun fıkıh kitaplarında usülleri var. Diyelim ki Türkiye'den hareket ediyor. Mukaddes hudutlar var, yerleri belli. Uçağa bindiği zaman da, uçakta giderken hoparlörle bildirirler: "Şimdi mikata yaklaştık, ordan geçeceğiz. Burdan öteye ihramlı olarak geçin, hazırlığınızı yapın!" diye söylerler. Tabii, o noktaya gelmeden, önceden de ihram giyse, ihramlansa, ihrama niyet etse olur. Evinde bile niyetlense olur.

İhramlanma neden oluyor?.. Kâbe'ye hürmetten... "Bu ibadet ciddî bir ibadettir!" diye dünyevî rütbelerden, makamlardan, süslü elbiselerden sıyrılıp, eşit bir kıyafet; üst havlu, alt peştemal havlu, iki bez parçasına bürünüp, ondan sonra:

"--Yâ Rabbi, ben senin Kâbe-i Müşerrefe'ni ziyarete niyet ettim, hacca niyet ettim (veya umreye niyet ettim); bunu bana kolaylaştır, bunu benden kabul eyle!" deyip, iki rekât ihram namazı kılıp, dua edip Lebbeyk çekti mi, ihramlanma vazifesi olmuş oluyor.

Ondan sonra ihrama uygun, ihramlanmış bir kişinin yapması gereken işleri yapabilir. Yapmaması gereken işleri yapamama durumu başlıyor. Yâni ibadetteki sıkıyönetim gibi durum başlamış oluyor. Gayet sıkı, ciddî, dikkatli olacak hacı. Traş olmayacak, kıl bile kopartmayacak, koku sürünmeyecek, yasaklara riayet edecek. Riayet etmezse, bunlara haccın cinayetleri deniliyor.Yâni yasaklar işlenirse, cinayet işlenmiş diye isimlendiriliyor bu.

Böyle ihramlı olarak Mekke'ye geldi. Gelen insan Kâbe-i Müşerrefe'yi bir tavaf ediyor. Buna hacılar için kudüm tavafı deniliyor. Kudüm, gelmek demek, geliş tavafı. Belirli usülle, Hacerül-Esved'den başlayarak, Hacerül-Esved'i istilâm ederek, dualar ederek Kâbe'yi yedi defa dolaşıyor, tavaf yapıyor.

Tabi o üç çeşit haccın --hacc-ı ifrad, hacc-ı temettû, hacc-ı kıran-- her birisinin yapılışına göre usüller değişiyor. Hacc-ı temettûda, önce umre yapacak, sonra hac yapacak. Zâten senenin öteki zamanlarında da umre yaparken, ne yapması lâzım geldiğini biliyoruz.

Ne yapıyor?.. Mekke'ye gelir gelmez, "Ben temettû haccının umresinin tavafını yapmağa niyet ettim; bunu bana kolaylaştır ve bu ibadetimi lütfunla kereminle benden kabul eyle Allahım!" diyerek Kâbe'yi tavaf ediyor.

Sonra ne yapıyor?.. Umrede tavaftan sonra sa'y edecek; Safâ ile Merve arasında sa'y ediyor. Yâni Safâ tepesine çıkıyor, Kâbe-i Müşerrefe'ye dönüyor, "Ben umremin sa'yini yapmağa niyet ettim; bunu bana kolaylaştır, benden kabul eyle yâ Rabbî!" diye niyet ediyor. "Bismillâhi allàhu ekber!" diye eliyle Hacerül-Esved'e doğru işaret edip, Safâ'dan Merve'ye doğru hızlı adımlarla yürüyüşe geçiyor.

Safâ ile Merve arası sanıyorum dörtyüzküsur metre, 420 m olabilir; o kadar bir mesafe. Oraya kadar gidiyor, bir; dönüyor, iki; gidiyor, üç; dönüyor, dört; gidiyor, beş; dönüyor, altı; gidiyor, yedi... Merve'de sa'yi tamamlamış oluyor. Ondan sonra orda duasını yapıyor. Duasını yaptıktan sonra, traş oluyor, ihramdan çıkıyor; Mekkeliler gibi oluyor.

Hacc-ı temettû biraz kolay. Umresini yaptı, ihramdan çıktı, artık hac zamanı gelinceye kadar Mekke'de elbise giyer, koku sürünür, diğer müslümanların rahatça yaşadığı zaman yaptığı her türlü işlemi yapabilir. Serbestlik var, yasaklar kalktı, Mekkeli gibi oldu. Haccın zamanı gelince yeniden ihramlanır, ondan sonra haccı tamamlar.

İşte hacda ve umrede böyle tavaftan sonra Safâ ve Merve'ye gitmek ve bunlar arasında sa'yetmek Allah'ın şeàirindendir. Şeàir çoğul, bunun tekili şaîre veya şiàr veya şiàre'dir. Vazifeler, yapılması mutlaka gerekli olan ibadet şekilleri, ibadetin önemli bölümleri demek. Safâ ile Merve arasında sa'yetmek de Allah'ın kullara emrettiği, tavsiye buyurduğu ibadet bölümlerinden bir bölüm, yapılması gereken vazifelerden bir vazifedir demek oluyor.

c. Safâ ve Merve Tepeleri

Şimdi Safâ kelimesi; kaygan, parlak taş demek. Merve de; yumuşak, küçük taş demek. O Safâ tepesi, Cebel-i Ebû Kubeys'in Kâbe'ye yakın tarafındaki eteklerindedir. Şimdi Cebel-i Ebû Kubeys'te kralın sarayı var. O sarayın duvarlarından sonra, bu tarafta bir kısım olmuş oluyor bu Safâ tepesi. Tepenin taşları bırakılmış binânın içerisinde, görülüyor. O taşlara kadar çıkılıyor. Onda sonra Merve'ye doğru biraz böyle meyil aşağı iniliyor, vadinin orta yerine doğru ilerleniyor. Merve tepesi yine yüksek.

İkisi de, yâni Safâ da, Merve de taş demek; ama birisi kaygan taş, birisi yumuşak taş demek. Demek ki oradaki tepenin yapısında o çeşit taş olduğundan, Araplar oralara o ismi vermişler. Safâ ile Merve, birbirinden dörtyüz küsür metre mesafede olan iki kaya tepeciği demek oluyor.

Bu Safâ ile Merve'nin arasında, Safâ'ya yakın yerdeydi Peygamber Efendimiz'in mahallesi. Yâni Benî Hàşim yurdu. Kâbe'nin etrafı, çeşitli kabileler tarafından yerleşilmiş. Mekke'nin asıl sahibi olan, Kâbe-i Müşerrefe üzerinde hakları çok olan Benî Hàşim... Tâ İsmâil AS'dan itibaren gelen vazifeler onların üzerinde, Kureyş kabilesinin üzerinde... Kureyş kabilesinin, Efendimiz'in mensub olduğu boyunun yeri Safâ tepesine yakın. Safâ'dan Merve'ye doğru döndüğümüz zaman, Kâbe sol tarafta kalıyor; Peygamber Efendimiz'in doğduğu ev de sağ tarafta kalıyor, şimdi kütüphane olarak orda bulunuyor.

"Bu Safâ ile Merve Allah'ın şeàirindendir." ne demek?.. "Safâ ile Merve arasında sa'y vazifesini yapmak, Allah'ın kullara emrettiği hac ve umre vazifelerinin bölümlerinden önemli, gerekli bir bölümdür." demek. Kısa söylenmiş, geniş olarak, açık olarak söylenmesi böyle... Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri tekrar açıkça buyuruyor ki:

(Femen haccel-beyte) Fe burda o halde mânâsına gelen bir harf. Beyt, ev demek Arapçada. Ama el-beyt; belirli ev, yâni Beytullàh, yâni Kâbe demek. "O halde, kim Kâbe'yi ziyaret maksadıyla, haccetmek maksadıyla, hac yapacağım diye gelmişse; (evi'temera) veyahut umre yapacağım diye gelmişse; (felâ cünâha aleyhi) o kişiye bir günah yoktur, sorumluluk veya vebal yoktur. (En yattavvefe bihimâ) Bu iki yerin arasında, böyle gayretli gayretli koşup, o sa'y vazifesini yapmasında hiçbir günah yoktur." Lâm, nâfiyetül-cinstir burda; hiçbir günah yoktur. Öyle bir şey düşünülmesin, mahzuru olduğu sanılmasın!

(Ve men tetavvaa hayran) "Kim böyle hayır için, Allah'a tâat ve ibadet kasdıyla, gayretli bir iş yapar ve hayır işi işlerse; (feinnallàhe şâkirun alîm) hiç şüphe yok ki, Allah onu mükâfâtlandırır. Çünkü hayırlı iş yapanın mükâfâtını vermek, sa'yini meşkûr etmek, karşılığını vermek Allah'ın şânındandır."

Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin isimlerinden birisi de Şâkir'dir. Yâni ibadet yapıp, mükâfâtı hak eden kimsenin karşılığını veren, sa'yini meşkûr kılan demek. Alîm de, her şeyi hakkıyla bilen demek.

Buradan, şimdi bu sözlerden ne anlaşılacak?.. "Bu vazifeyi yapmakta hiçbir mahzur yoktur!" diye niye deniliyor?.. Demek ki birileri mahzur var diye sanmışlar. Kimler sanmış?..

Hazret-i Aişe-i Sıddîka Vâlidemiz RA'dan naklediliyor ki, Medineliler İslâm'la müşerref olmadan önce, Medinelilerin Müşellel'de el-Menat isminde bir putları vardı, ona tapınırlardı. Bu Medinelilerin haccedenleri...

Hac için ziyarete gelmek, İbrâhim AS zamanından beri, Araplar arasında yaygın olan bir ibadet... Çünkü Allah İbrâhim AS'a Beytullah'ı yapmasını emretmiş. Yaptıktan sonra da, insanların orayı haccetmesini ilan etmesini emretmiş:

(Ve ezzin fin-nâsi bil-hacci ye'tûke ricâlen ve alâ külli dàmirin ye'tîne min külli feccin amîk.) [İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde sana (Kâ be'ye) gelsinler.] ayet-i kerimesinden anlıyoruz.

İbrâhim AS'ın ettiği bir ibadet bu hac ibadeti. Tabii, İbrâhim AS'a, İsmâil AS'a inanmış insanlar olarak, onların ümmetleri de bu vazifeyi yapmışlar. Onların çocukları da, bu hac vazifesini yapmağa devam etmişler. Ama sonradan put edindiklerinden, puta taptıklarından, orada o puta ibadet ettiklerinden, "Acaba İslâm gelince bu yaptıklarımızın hangisi doğru, hangisi eğri? Yapmalı mıyız, yapmamalı mıyız?.." diye tereddüt etmişler.

Zor gelmiş, uygunsuz görünmüş onlara... "Bu Safâ ile Merve arasında biz cahiliye zamanında gider gelirdik. Bu cahiliye adetidir; binâen aleyh bizim herhalde bunu yapmamız doğru olmaz. Çünkü İslâm bize cahiliye adetlerini bıraktırıyor; herhalde bunu da bıraktırır." diye düşünmüşler. Onun üzerine bu ayet-i kerime nâzil olmuştur buyuruyor, Hazret-i Aişe-i Sıddîka Vâlidemiz.

Hiçbir mahzuru yoktur, günah yoktur. Çünkü bozulmamış İbrâhim dininin, Hazret-i İbrâhim'e emredilen vazifelerin devamı. Putperestlik buraya girmemiş. Giren tarafı; putlarını getirip oraya koymuşlar, onu selâmlıyorlarmış.

Başka alimlerin rivayetine göre de, İbn-i Kesîr tefsirinde zikrediliyor; Ebûbekir ibn-i Abdurrahman ibn-i Hàris ibn-i Hişam'dan nakledildiğine göre, Araplar Safa tepesine İsaf isminde bir put dikmişler. Merve tepesine de bir put dikmişler, onu ismi de Nâil veya Nâile imiş. İsaf ve Nâile, iki put. Safâ ile Merve arasında gidip, oralara geldikleri zaman bunlara selâm verirlermiş. Belki ellerini sürüyorlar, eğiliyorlar, kalkıyorlar, ne yapıyorlarsa...

Mekke'nin fethinden sonra putlar kırıldı, Kâbe-i Müşerrefe'den atıldı, temizlendi. Safâ ile Merve'deki putlar da atıldı. O zaman bazı müslümanlar, "Biz bunların arasında koşar ve bunlara selam dururduk. Şimdi Safâ ile Merve arasında gidip gelmek doğru değil herhalde?" diye düşünürken, bu ayet-i kerime indi. Yâni, "Sizin düşündüğünüz gibi değil! Bu Safâ ile Merve arasında sa'yetmek Allah'ın emirlerindendir; haccın bölümlerindendir, vecibelerindendir. Binâen aleyh bunu yapın! Bunlarda öyle düşündüğünüz gibi bir mahzur, bir günah bahis konusu değildir." deyince, artık işin aslında olduğunu, İbrâhim AS zamanından beri Allah'ın emri olduğunu anlamışlar. Haccın temiz bölümlerinden bir bölüm olduğunu, cahiliye devrinin içine sokuşturduğu şeylerden bir şey olmadığını anlamışlar, ondan sonra bu ibadeti böylece yapmışlar.

d. Peygamber Efendimiz'in Sa'yetmesi

Câbir RA'dan rivayet ediliyor ki, uzun bir hadis-i şerif. İmam Müslim Sahîhinde kaydetmiş: "Peygamber Efendimiz Beytullah'ı tavafı bitirdikten sonra, Hacerül-Esved köşesine gelip, orasını istilâm eyledi. Sonra Safâ kapısından Mescid-i Haram'ın dışına çıktı." O zaman Safâ ile Merve mescidin dışında idiler. Yakın zamana kadar, 1950'li yıllara kadar öyleydi. Şimdi mescid büyütülünce, mescidin içinde gibi görünüyor.

Safâ kapısından mescidin dışına çıkıp, Safâ tepesine gelmiş. Şimdi bir kapıdan çıkmağa lüzum kalmadan, yürüyoruz mescidin direkleri arasından, Safâ'ya geliyoruz. Peygamber Efendimiz Safâ tepesine geldikten sonra buyurmuş ki:

(İnnes-safâ vel-mervete min şeàirillâh) "Safâ ile Merve arasında sa'yetmek, haccın Allah tarafından emredilmiş vazifelerindendir. (Ebdeü bimâ bedeallàhu bihî) Allah'ın başlanmasını emrettiği şekilde ben de burdan sa'yetmeğe başlıyorum." buyurmuş. Sahîh-i Müslim'de olan bir haber.

Sonra Habîbe bint-i Ebî Teczie'den rivayet edildiğine göre, şöyle anlatmış: "Peygamber Efendimiz SAS'i ben Safâ ile Merve arasında, önde insanlar, Peygamber Efendimiz de onların arkasında sa'yederken gördüm. Hattâ hızlı hareketinden dolayı etekleri iki tarafından sıyrılıyordu, dizlerini dahi gördüm. O esnâda diyordu ki:

(İs'av, feinnallàhe ketebe aleykümüs-sa'y) 'Haydi bakalım gayretli olun, koşun! Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri size burada sa'yetmeyi emretti, sizin üzerinize vazife olarak yazdı.'" Bunu da Ahmed ibn-i Hanbel rivayet etmiş.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, tavaftan sonra Safâ ile Merve arasında böyle bir vazife yapılacak. Öyle bazı kimselerin sandığı gibi, "Günah mı acaba, makbul olmayan cahiliye adeti mi acaba?" diye ters düşünmeğe lüzum yok!

Hattâ Urve ibn-i Zübeyr, Zübeyr ibn-i Avvâm RA'ın oğlu Urve, büyük alim. Hazret-i Aişe Vâlidemiz'in de yeğeni oluyor. O bu ayet-i kerimeyi teyzesi Hazret-i Aişe'nin yanında okumuş. "Bu ikisi arasında sa'yetmekte bir günah yoktur dediğine göre, sa'yetmese de olur mu?" tarzında bir soru sormuş.

Teyzesi Hazret-i Aişe Vâlidemiz demiş ki: (Bi'se mâ kulte yebne uhtî) "Ey benim kızkardeşimin oğlu ne kadar kötü söyledin, bu yorumun ne kadar ters oldu. Eğer senin dediğin gibi olsaydı, Allah bu ayet-i kerimeyi şöyle indirirdi:

(Ve lâ cünâha aleyhi en lâ yettavvafe bihimâ) derdi. Burda (yettavvafe bihimâ) diyor. Yâni senin senin dediğin gibi değil!" diye izah etmiş. "Ensar burada eskiden putperest adeti olarak sa'yediyoruz sanıyorlardı kendilerini; öyle olmadığını göstermek için Allah bu ayeti indirdi." diye açıklama yapmış.

Demek ki herhangi bir cahiliye adetidir sanılmasın, İbrâhim AS'dan beri, Hâcer Vâlidemiz'den beri bu vazife vardır; haccın vazifelerindendir, yapılması lâzım gelen sevaplı bir vazifedir.

e. Hazret-i Hâcer ve İsmâil AS

Biliyorsunuz İbrâhim AS, Allah'ın emri ile, en sevdiği eşini ve çok sevgili oğlunu, yıllarca bekleyip de olmayıp olmayıp, sonradan olan oğlunu buraya, Kâbe-i Müşerefe'nin olduğu yere getirdi. O zaman Kâbe yok, insanlar yok... Orası ekin bitmez bir vâdi... Oraya getirdi, bıraktı, döndü gitti. Hâcer Vâlidemiz arkasından:

"--Yâ İbrâhim, nereye gidiyorsun?" dedi.

Ses çıkartmadı. Çünkü üzülüyor belki de... Düşünün, Allah emretti diye bırakıyor ama, güveniyordur Allah-u Teàlâ'nın koruyacağına... Tabii üzülüyordur da. Hızlı hızlı giderken, Arkasından Hâcer Vâlidemiz:

"--Bunu Allah mı emretti sana?.." deyince;

"--Evet, Allah emretti." diye cevap vermiş.

Tepeye çıkınca, "Yâ Rabbi, ben böyle evlâtlarımdan, ailemden eşimle çocuğumu buraya yerleştirdim. Sen helâl rızıklarla bunları rızıklandır! Şükretsinler, sana güzel ibadet etsinler..." diye de dua etmiş orada, sonra gitmiş.

Hâcer Vâlidemiz orada, İsmâil AS küçük bir çocuk iken, İbrâhim AS'ın oğlu, ileride peygamber olacak... Tabii, "Yiyecek az, içecek az. Onlar bitince çocuk helâk olacak susuzluktan, öleceğiz burda..." diye korkusundan, İsmâil AS'ı kumların üstüne bırakmış, şöyle etrafta ne var ne yok diye anlamak için, yüksekçe bir yere çıkayım diye yürümüş Safâ tepesine, etrafa bakınmış, "Acaba bir insan, bir çadır, bir deve bir alâmet görür müyüm?" diye; bir şey yok.

Merve tepesine kadar gitmiş, ordan bakınmış. Telâş içinde oradan oraya giderken, Cebrâil AS kanadıyla kumları eşeleyip ordan Zemzem suyunu çıkartmış. Onu görünce sevinerek oğlu İsmâil AS'ın yanına gelmiş. Suyun etrafını çevirip, havuzlandırıp, içirmiş. Ondan sonra da Cenâb-ı Hak nice nice lütuflarla orada onları barındırmış, yaşatmış, geliştirmiş.

Oranın sahibi olmuşlar, zemzem suyunun mâliki olmuşlar. Cürhüm kabilesi gelmiş, İsmâil AS onlardan birisinin kızıyla evlenmiş. Onlar, "Bu suyun başında bizim de oturmamıza izin verir misin?" diye müsaade istemişler, müsaade vermiş. Tabii herkes arkadaş ister, komşu ister, kimse yalnızlığı sevmez.

Ondan sonraki yıllarda İbrâhim AS gelmiş, Kâbe'nin binasını oğlu İsmâil AS'la beraber yapmışlar.

Binâen aleyh o zaman ki, o Hâcer Vâlidemiz'in Allah'tan ümid edip, Allah'a yalvarıp, Allah'ın bir yardım vermesini bekleyerek, ordan oraya telâşla, fakr u zarûret ve tevekkül ile, heyecan ile gidip gelmesini şiar olarak, bir ödev, bir vazife olarak, bir ibadet bölümü olarak, haccın içerisine yerleştirmiş Cenâb-ı Hak. Burda da emrediyor, bu ayet-i kerime de bu sa'yin vacib olduğunu gösteriyor.

Bu vâciblik ne demektir?.. İmam Mâlik mezhebinde farzla sünnet arasında vâcib diye bir kademe olmadığından, onlar farz ve rükün diyorlar, bu olmazsa olmaz diyorlar. Buradaki ifadelerden ve hadis-i şeriflerden, bizim imamımız Ebû Hanife Hazretleri vacib olduğuna hükmetmiş. Farz kadar kesin delilli değil ama, hadis-i şeriflerde de kuvvetle tavsiye ediliyor. Binâen aleyh, bizim mezhebimizin müctehidleri, "Bu bir vacibdir." diye hükmetmişler.

Bu vazife hac ve umre yapanlar tarafından yapılıyor. Siz de hacca gittiğiniz zaman yaparsınız.

(Felâ cünâha aleyhi) "Cahiliye adeti değildir, hiçbir günah, sorumluluk, vebal yoktur böyle yapmakta. Gönül hoşluğu ile bu vazifeyi yapın! Çünkü İbrâhim AS zamanından beri yapılagelen bir doğru vazifedir, Peygamber Efendimiz de yapmış."

(En yattavvafa bihimâ) Bu yattavvafa, idgamlı bir kelimedir, aslı yetatavvafa'dır. Bir tavafı, bir yürüme, koşma işlemini gayretle yapmak mânâsına geliyor. Tabii bu Safâ ile Merve arasında gidip gelmek de bir heyecanlı, nefes nefese bir gayret işidir. Onun için, bu tabir kullanılmış. Yâni ikisi arasında sa'y mânâsı var. Aşk ile, şevk ile, fakr u zarûret ile, tezellül ve boyun büküklüğü ile, kendisinin Allah'a muhtaç olduğunu; Hâcer Vâlidemiz'e Cenâb-ı Hakk'ın yardım ettiği gibi, kendisinin de Allah'ın lütfunu, rahmetini, fütûhâtını, füyâzâtını istediğini düşünerek koşturması...

Bu, yapılması gereken bir vazife, burdan anlaşılıyor. (Ve men tetavvaa hayran) "İşte bunun gibi vazifeleri, Allah'a itaat ve ibadet kasdıyla böyle hayırları kim yaparsa; (feinnallàhe şâkirun alîm) Allah-u Teàlâ Hazretleri kalîl olan bir gayreti, az olan bir gayreti, az olan bir ibadeti, çok mükâfât ile mükâfâtlandırır." Çünkü, sa'yi meşkûr etmek şânındandır. Cenâb-ı Mevlâ'nın bir sıfatı da şâkir sıfatıdır. Şâkir ne demek?.. Yapılan bir ibadeti mükâfâtlandıran mânâsına geliyor.

(Alîm) "Yapılan bir haseneyi kat kat mükâfâtlandırır, zerre kadar zulmetmez. Kime ne miktar mükâfât vereceğini, kulların gönüllerinden geçen niyetlerini pekâlâ bilir." mânâsına.

Şâkir sözü, Cenâb-ı Hakk'ın cömertliğini gösteren, kulların gayretlerini mükâfâtsız bırakmayacağını gösteren bir sıfat bu. Alîm de, her şeyi bildiğini gösteren bir sıfat.

f. Riyâzet-i Bedeniyye, Beden Eğitimi

Bütün bu ayet-i kerîmede, Peygamber Efendimiz'in Safâ ile Merve arasında, böyle dizleri görünecek kadar koşmasından...

Demek ki onları neden yapmış o zaman?.. Çünkü öyle koştuğu da olmuş, yürüdüğü de olmuş. Bir seferinde Hazret-i Ömer Safâ ile Merve arasında yürümüş, koşmamış. Buyurmuş ki:

"--Eğer koşmayıp sadece yürüyorsam, Rasûlüllah'ı yürüyor vaziyette gördüğüm için yürüyorum. Koşmuşsam, Rasûlüllah'ın koştuğunu da gördüğüm için koşuyorum."

Demek ki, SAS Efendimiz her ikisini de yapmış. Pekiyi, koştuğu zaman neden koşmuş?.. Müslüman olmayın müşrik Araplar, onun sa'yettiği esnada ona bakarken, onun gayretini görsünler diye... Hem tavafta, hem sa'yde böyle gayretle koşuşturmuş.

Zâten biz de bugün hac ve umre yaparken, Safâ ile Merve arasında yeşil ışıklarla belirtilmiş yer var; tam böyle Safâ'ya yakın düzde bir yer. Kitaplarda iki yeşil direk arası deniliyor, şimdi yeşil ışıklarla belirtilmiş. Oraya geldiğiniz zaman, onların arasında koşuluyor. Erkekler koşuyor, kadınlar için koşmak gerekmiyor.

Koşarken de:

(Rabbiğfir verham, va'fu ve tekerrem ve tecâvez ammâ ta'lem, inneke ta'lemü mâ lâ na'lem, inneke entellàhul-eazzül-ekrem.) diye Cenâb-ı Hakk'ın en aziz, en kerim olduğunu beyan edip, ondan afv ü mağfiret isteniyor. Bu arada işte koşma vazifesi de var.

Elmalılı rahmetli diyor ki: "Demek ki a'dâ-yı dîne karşı izhâr-ı kuvvet için, riyâzet-i bedenîye dahi bir işaret var burda." diyor. Ne demek bu tabirler, bu sözlerden çıkan mânâ ne?.. Yâni, vücudun sıhhatli, kuvvetli olması için, bedenin sağlığı ve hünerli, becerikli olması, ham olmaması için, çalıştırmak da lâzım! Arapçası idman; bir şeyi devamlı yapmağa, çok yapmağa idman derler. Batı dillerinde jimnastik diyorlar, spor diyorlar; bu ikisi yabancı kelime.

Eğer yabancı kelimeleri kullanmak istemez de, Türkçesini kendi dilimizden karşılığını bulmak istersek, bulursak buluruz. Bulamazsak, dedelerimizin kullandığı idman kelimesini kullanırız. Bir de dedelerimiz riyâzet-i bedeniyye derlerdi. Yâni, bedeni terbiye etmek için yapılan hareketler.

Bir de bunun karşılığında riyâzet-i rûhiye var. Yâni ruhu kuvvetlendirmek için yapılan çalışmalar var. Tasavvufî çalışmalar, halvetler, zikir vs. çalışmalar var. Riyâzet deniliyor; yâni oruç tutarak, halvete girerek, zikir yaparak, çokça namaz kılarak yapılıyor. Ona da riyazet deniliyor ama, o riyâzet-i rûhiyye.

Riyâzet-i bedeniyye denilince bugünkü spor, idman denilen şey anlaşılıyor, jimnastik denilen şey anlaşılıyor. Peygamber Efendimiz'in davranışlarından, bu bedeni sıhhatli, kuvvetli tutmak için çalışmaya da teşvik var, bu kesin. Hattâ güreş yapanları, yarış yapanları da teşvik ederdi. Bunlarda da fayda var. Çünkü vücud serbest zamanda koşmağa, bazı zor işleri yapmağa alışırsa, cihad zamanı, savaş zamanı geldiği zaman, onları kolaylıkla yapar. Onun için hepimizin çoluk çocuğumuzu böyle bedenen de hünerli, kuvvetli, becerikli yapmamız lâzım!..

Kimisi yürümesini beceremez, koşmasını beceremez, ipe tırmanamaz, duvardan atlayamaz, ağaca çıkamaz... Bunlar hamlık ve tenbellik alâmeti. Çocuklarımızı böyle hünerli yetiştirmeliyiz ki, her şeyi şıp diye becersinler, kimseden geri kalmasınlar, arkada kalmasınlar.

Burada Avustralya'da gördüğümüz bir şey var ki, biz sabah namazına giderken, yatsı namazına giderken; pazar günü herkes uykuda iken, evinde keyif yaparken görüyoruz, idman elbiselerini giymişler sırtlarına, bisikletlerine binmişler, alaca karanlıkta, daha sabahın aydınlığı bile bastırmamışken nerden nereye gidiyorlar, geliyorlar. Başlıklarını takmışlar, idman ayakkabılarını, elbiselerini giymişler. Yâni istirahatı terketmişler, erken yatıyorlar, erken kalkıyorlar... Çeşitli idmanlarla çok iddialı çalışıyorlar.

Deniz kenarına bazan gittiğimiz zaman görüyorum, saatlerce yüzen insanlar var. Herhalde dünya birincisi olmak için gayret ediyorlar.

Bunları dedelerimiz de yapardı. İşte kılıç kullanmak, cirit atmak, ok atmak gibi çalışmaları, yarışları yaparlardı. Ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde de bunlara ait teşvikler ve işaretler var. Bu ayet-i kerime de onlardan birisini gösteriyor.

g. İbadeti Severek Yapmak

(Ve men tetavvaa) Tetavvaa da, tâat kelimesinden, tav' kökünden geliyor; itaat etmek demek. Yâni Allah'a itaat için böyle ibadet vazifelerini, görevlerini yapmak. Hayrı böyle ibadet maksadıyla, gönüllü olarak, aşk ile, şevk ile kim yaparsa, Allah-u Teàlâ Hazretleri onun az gayretini çok mükâfâtlandırır ve onun gönlünü hoş eder.

Hadis-i kudsî var, onu da nakletmiş olalım; zâten çok duyduğunuz, bildiğiniz bir hadis-i şerif:

(Lâ yezâlü abdiyel-mü'mini yetekarrabü ileyye min nevâfil) "Benim mü'min kulum bana tetavvu ibadetleri, nafile ibadetleri, mecbûrî olmayan ama yaparsa sevap kazanacağı güzel ibadetleri, aşk ile şevk ile, kat kat, fazla fazla yaparak bana yakınlaşır." Yâni kurbiyet peydâ eder, Allah'a yakın kul olur, eren kul olur. (Hattâ ekûne semeahüllezî yesmeu bihî) "Nihâyet öyle bir hale gelir ki, ben onun gören gözü olurum, işiten kulağı olurum, idrak ettiği gönlü olurum, tuttuğu eli olurum, yürüyen ayağı olurum." Yâni, Allah'ın lütfuna mazhar olan bir kimse, artık insanların yapamayacağı işleri yapacak hale gelir. Buna kerâmet diyoruz, evliyâullahın kerameti diyoruz.

O zaman, uzaktaki şeyi görür, duyulmayacak şeyi duyar, gidilmeyecek yere kısa zamanda varır, tayy-i mekânla, tayy-ı zamanla... Karşısındakinin gönlünden geçeni, Allah'ın bildirmesiyle bilir. Bunlar ayet-i kerimelerle sabit.

Şimdi bazı dînî bilgileri iyi olmayan, ama eli kalem tutup da dergi mergi çıkartan, cür'etkâr, haddini de bilmez, cahilliğini da anlamaz; eli kalem tuttu diye kendisini allâme sanan insanlar var. Bunları kabul etmek istemiyorlar veya ileri geri konuşmak istiyorlar ama, işte ayetler, işte hadisler, işte sağlam kayıtlar böyle...

Hayırları tetavvu' olarak, Allah'a itaat maksadıyla aşk ile, şevk ile, gönüllü gönüllü olarak yapmak da bizim davranış şeklimiz olmalı!.. Mü'minler olarak ibadeti ite kaka değil de;

(Ve izâ kàmû iles-salâti kàmû küsâlâ) "Namaza kalktıkları zaman, tenbel tenbel kalkarlar." diye münafıklar anlatılıyor; öyle değil de, aşk ile, şevk ile, severek, isteyerek yapmak lâzım! Bu ayet-i kerime onu gösteriyor.

Böyle yapanların da, nice nice büyük mükâfâtlara ereceği; çünkü Cenâb-ı Hakk'ın azı çokla mükâfâtlandırdığı, mükâfâtın ne miktarda verilmesi gerektiğini bildiği, ekremül-ekremîn olduğu, cömert olduğu, eksik ve cimrice davranmadığı, sevabını kat kat verdiği, hiç kimseye zulmetmediği, hakkını vermezlik yapmadığı, zerre miktarı haksızlık yapmadığı, hasenâtı kat kat mükâfâtlandırdığı; bire on, bire yetmiş, bire yediyüz, bire yetmişbin, bire milyonlarca, veya bire karşılık hadsiz hesapsız verdiği kesin...

O halde biz de Cenâb-ı Hakk'a aşk ile şevk ile ibadet edelim! Dinimizin menâsikini, evâmirini, vazifelerini bilip, ibadetleri Cenâb-ı Hakkın istediği şekilde uygulayıp, rızâsına erelim, mükâfâtları kazanalım!..

Aziz ve sevgili dinleyiciler ve izleyiciler, esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

09. 05. 2000 - AVUSTRALYA