sempozyum sayfa 1

KÜFRÜN MERKEZİNİ SUSTURMAK

Elhamdü lillâhi hakka hamdihî... Nahmedühû bicemîi mehâmidih... Lehül-hamdü kemâ yenbağî licelâli vechihi ve liazîmi sultânih... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Hamden kesiran tayyiben lâ âhire likàilihî illâ ridallah...

Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ rasûlillâhi ve habîbillâhi ve rahmetillâhi alel-àlemîne muhammedinil-mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaînet-tayyibînet-tàhirîn...

Çok aziz, çok kıymetli, çok sevgili kardeşlerim!..

Bugün baharın, mayıs ayının sonu, 29 mayıs 1995... Bundan 542 sene önce yine böyle bir bahar gününde, yine böyle bir mayıs ayında bu mevsimde, güneşin bu grubda olduğu şemsî yılın bu zamanında, şu oturduğumuz yerlerde Bizans'ın ahalisi oturuyorken; surların öbür tarafında Allah Allah diyen mücahidler, mübarek ecdâdımız, mü'min-i kâmil evliyâullah, ricâlullah, erenler sabırla Allah yolunda cihad ediyorlardı. Birbuçuk aydan fazla, iki aya yakın zamandan beri buralarda Allah rızası için, fî sebîlillah cihad eden müslümanlar, nihayet bu taş duvarların üstüne "Lâ ilâhe illallah" bayrağını diktiler. İmanı bu şehrin surlarının içine soktular. İslâm'ın bayrağını buraya yerleştirdiler.

Bu iş Hazret-i Adem AS zamanına kadar gider. Adem Atamız AS zamanından beri biz insanların en mühim meselesi: Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin varlığını, birliğini bilmek, anlamak, bulmak, kabul etmek, gönül vermek, Allah'a kul olmak, Allah yolunda çalışmaktır. Bir hizbullah vardır; Allah'ın taraftarları, Allah yolunun yolcuları, mü'minler vardır dünya üzerinde... Bir de hizbüş şeytan vardır, şeytanın avanesi vardır. Şeytanın kandırdığı insanlar vardır, şeytana uymuş insanlar vardır. İmana erememiş insanlar vardır. Gözünü açamamış insanlar vardır. Hakkı kabul edememiş insanlar vardır. Hazret-i Adem zamanından beri böyle gelmiş. Evlâtlarının bazısı mü'min; bazısı gayr-i mü'min, gayr-i müslim, nasibsiz...

Peygamber-i zîşan SAS Efendimiz, o Sultânül Enbiyâ, o ekin bitmez Mekke kayalık dağları arasında dünyaya gelip peygamber olunca, o da "Lâ ilâhe illallah" bayrağını küfrün tepesine dikmek için, küfrü müzmahil kılmak için, küfrü yok etmek için, aldığı emir icabı çalıştı.

(Efdalü mâ kultü ene ven nebiyyûne min kablî) "Benim ve benden önceki bütün peygamberlerin söylediği sözlerin en faziletlisi, en güzeli, en yücesi, en yükseği, (Lâ ilâhe illallahu vahdehû lâ şerîke leh) sözüdür."

(Lâ ilâhe illallah) Allah'tan başka ilah yok, o var... (vahdehû) O tektir. (lâ şerîke lehû) Onun mülkünde şeriki, ortağı, misli, dengi, küfüvü, benzeri yoktur. Allah vardır, şeriki yoktur. Allah'tan sonrası mâsivallahın kıymeti de yoktur. (Lâ ilâhe illallahu vahdehû lâ şerîke leh) En mühim söz budur, en yüksek hakîkat budur. En kurtarıcı ip, en sağlam sarılacak kulp budur. Buna sarılan cennete gider, Allah'ın rızasına erer, iki cihan saadetine nâil olur.

Peygamber SAS Efendimiz, hayatı boyunca bu uğurda çalıştı. Cezîretül Arab'dan, Arap Yarımadası'ndan küfrü söktü. O zaman dünya üzerinde iki büyük merkez meşhur... Birisi, Sâsânî İmparatorluğu... Ateşe tapıyorlar. Yezdan ve Ehrimen, ateş/nur tanrısı ve zulmet tanrısı diye iki tanrı düşünüyorlar. Düalizm deniliyor.

(Velem yekün lehû küfüven ehad) Allah'ın karşısında durabilecek dengi bir başka taraf var mı, karşı taraf var mı?.. Mümkün mü?.. Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin emrine, fermânına karşı çıkabilecek bir başka güç var mı?.. Öyle şey olur mu?..

--Efendim işte, hani şeytan var, kâfir var...

Allah dilese kahreder ama, serbest bırakmış imtihan olduğu için... Ondan yapıyorlar. Yoksa, Allah'ın karşısında bir kuvvet değil...

(İnnehû leyse lehû sultânün) Şu şeytan denilen mahlûkun saltanatı, gücü kuvveti yok; (alellezîne âmenû) iman edenlere... Bir diş geçirecek, söz geçirecek bir hali yok... (ve alâ rabbihim yetevekkelûn) Rabbine tevekkül edenlere bir tesiri yok... Sadece söylüyor. Ancak vesvese veriyor, "Şöyle yap, böyle yap!" diye kandırmaya çalışıyor. Kanma!.. Allah ona da müsaade etmese, onu da yapamazdı. Ama dedi ki:

(Feenzirnî) "Bana mühlet ver yâ Rabbi! (ilâ yevme yüb'asûn) Bu insanların ba'sü ba'del mevt olup da tekrar huzuruna geleceği zamana kadar serbestlik tanı bana, ben de onları aldatayım!" dedi. Allah fırsat verdiğinden şeytan o faaliyeti gösteriyor ama, gücü yok!.. Kabahat senin... Kabahat şeytana uyanın, şeytanın vesvesesine kananın... Şeytan sadece vesvese veriyor. Allah konuşturtuyor, "Bakalım, kulum şeytanın sözünü mü dinleyecek, Rahmân'ın yoluna mı gidecek?.. Rahmân'ın hizbine mi gelecek, Şeytânın hizbine mi gelecek?.." diye...

Bir Sâsâniler vardı, ateşe, nura, zulmete tapıyorlardı. Ahuramazda veya Hürmüz denilen tanrıları vardı. Ehrimen denilen cehennem tanrıları vardı. Bir de Bizans vardı, ehl-i kitab idi. Haret-i İsâ'ya tabi insanlar idi ama, imanlarını kaybetmişlerdi. İkono yapıyorlardı, put yapıyorlardı, heykel yapıyorlardı, ona tapıyorlardı. Teslis'e kaymışlardı. İznik Konsülü'nde oturmuşlar, kalkmışlar, konuşmuşlar, doğru akîdeyi bulamamışlar, yanlış inanca saplanmışlardı. İnançları bozuktu.

Müslümanlar Sâsânî İmparatorluğu'nu çatır çatır yıkıp geçtiler, ezip geçtiler. İran'ı geçtiler, Horasan'ı geçtiler, Mâverâünnehr'e girdiler, Mâverâünnehir'den öteye geçtiler. Hindistan'a gittiler, Çin'e ulaştılar... Kuzeylere, uçsuz bucaksız yerlere gittiler. Afrika'ya geçtiler. Afrika'da Atlas Okyanusu'na kadar uzanan bir İslâm imparatorluğu kurdular. Afrika'nın sahilleri Dârüs-Selâm gibi güzel isimlerle isimlenen İslâm şehirleri oldu. Hindistan'dan Hind-i Çin'e kadar İslâm uzandı.

O zaman, Peygamber SAS hedef gösterdi müslümanlara... Bir bilgi verdi, bir müjde verdi:

(Letüftehannel-konstantîniyyeh) "Şu Bizans'ın merkezi olan, çok uzaktaki Konstantıniyye şehri var ya, mutlaka ve mutlaka müslümanlar tarafından fetholunacak!" dedi. Le, te'kid edatıdır. Tüftehu, fetholunacak demek... Le gelince başına, mutlaka; te'kidli söylüyorum, gerçek söylüyorum, mutlaka fetholunacak demek... Sonra, sonuna nûn-u te'kid-i sakile gelmiş, iki tane nun gelmiş. Yâni bu ne demek?.. "İstanbul şeksiz, şüphesiz, mutlaka, muhakkak müslümanların eline geçecektir!" demek... "Mutlaka fetholunacak! Olacak bu!.." dedi Peygamber Efendimiz... Ne zaman söyledi?.. Müşriklerin müslümanlara zulmettiği zaman söyledi. Kesin söyledi. Doğru bir hadis-i şeriftir. Tahkik edilmiştir, doğrudur.

(Ve leni'mel-emîru emîruhâ) "Ne iyi komutandır, o ordunun komutanı... (ve leni'mel-ceyşü zâlikel-ceyş) Ve o ordu ne güzel ordudur, ne mübarek ordudur." diye bu İstanbul'u fethedecek komutana sevgisini, medhini söyledi. "Ne iyi komutandır o komutan, ne iyi ordudur o ordu!.." dedi. Rasûlüllah bir iltifat etmiş, iltifatına canlar fedâ... Herkes o nimete ermek için, o devlete, o saadete ermek için çırpındı.

Hayber'in karşısında durdukları zaman da, Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

"--Ben yarın sabah İslâm'ın sancağını içinizden bir şahsın eline vereceğim. Öyle bir şahsa vereceğim ki, Allah onu sever, o Allah'ı sever!"

Gece herkes kıvrandı, uykusu kaçtı herkesin... Allah'ın sevdiği, Allah'ı seven bir insan şerefine ermiş olmayı herkes istedi.

Hazret-i Ömer diyor ki: "Ömrümde hiçbir şeyi o kadar arzu etmedim. 'Yarın sabah şu bayrağı Rasûlüllah bana verse de, o iltifata ben ermiş olsam!' diye canım çok istedi." diyor.

Gece heyecandan kıvrandı herkes... Ertesi gün şöyle bakındığı zaman, herkes "Beni Rasûlüllah kalabalıktan görsün, sen al bayrağı desin!" diye parmaklarının ucuna kalkmış. Herkes'e baktı da Rasûlüllah SAS:

"--Ali nerde?.." dedi.

Dediler ki:

"--Yâ Rasûllah! Gözlerinde muazzam ağrı var, çok ağrıyor gözleri... Çadırda..."

"--Çağırın onu!.." dedi.

Hazret-i Ali RA ve Kerramallahu Veche'nin eline bayrağı verdi. Hayber'i o fethetti. Allah'ın sevdiği. kendisi de Allah'ın aşıkı olan Hazret-i Ali Hayber kalesini fethetti.

"İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Ne iyi komutandır o komutan, ne iyi ordudur o ordu!.." buyurmuştu Peygamber Efendimiz... Bu iltifata ermek için nice mücahidler canlarını verdiler. Rasûlüllah'ın o iltifatına biz erelim diye 28 defa kuşatılmış şu İstanbul... Emevîler zamanında kaç tane ordu geldi. Gemilerle, denizden, karadan, çarpışarak, uğraşarak, didinerek İstanbul'a geldiler. Çarpıştılar olmadı. Karşı tarafta, Galata'da cami kurdular Arap Camii diye... Koloni kurdular, uğraştılar, didindiler.

--Kime nasib oldu?..

--Fatih Sultan Muhammed Cennetmekân Hazretleri'ne nasib oldu, İstanbul'u fethetmek...

--Nasıl bir insan?..

--Rasûlüllah'ın medhettiği, ne güzel komutan dediği insan... Asırlar önceden iltifat ettiği kişi Fatih Sultan Muhammed... Yirmiiki-yirmiüç yaşında bir genç...

Siz kendi yaşınızı düşünün, kaç yaşında olduğunuzu düşünün; ondan sonra Fatih'i öyle düşünün...

Sahabeden nice insanlar buraya geldi, fethetmek için... En meşhurları Hâlid ibn-i Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri... İşte Eyüb semtine adını veren, camisi olan, Peygamber Efendimiz'in mihmandârı, ev sahibliği yapmış, misafir etmiş; kurrâ hafız, Medine'nin camiinin imamlığını yapmış, Medine'nin valiliğini yapmış, büyük mücâhid, vahiy kâtibi, Rasûlüllah'a vahiy gediği zaman vahiy yazmış insan... Bu Ebû Eyyûb el-Ensârî... Bu bizim başımızın tâcı, bu bulunmaz insan... O da bir efsâne... O da böyle ciltlere sığmayan meziyetleri olan muazzam bir insan...

Fatih Sultan Muhammed Han'a nasib oldu. Neden?.. Çünkü, buraya bizim dedelerimiz zâten, Allah'ın dinine hizmet için gelmişlerdi. Yerleri yurtları vardı. Senin yerin yurdun varken başka yer yurt arar mısın?.. Horasan vardı, Buhara vardı, Semerkand vardı, İran vardı... Bütün oraları onların yerleriyken, buraya kefeni başına sarık diye dolayıp, "Ölürsem beni buna sarsınlar!" diye, "Hani savaş olmadan emr-i Hak vâkî olur, ölürüm, kefen lâzım olur." diye, kefenini başına sarık diye sarıp, eşle dostla helâlleşip buraya cihada geliyorlardı.

Şimdi bazı arkadaşlarla karşılaşıyorum, diyor ki: "Hocam, canım istiyor ki, helâlleşeyim, anamın babamın elini öpeyim, gideyim Çeçenistan'a... Şu kâfirlerle çarpışayım, çarpışayım, şehid olayım!"

Öyle geldiler buraya... Ahmed-i Yesevî Hazretleri gönderdi. "Gidin Anadolu'ya, oraları fethedin!" dedi. Dervişleri gönderdi, halifeleri gönderdi, şeyhleri gönderdi. Onların müridleri geldiler, bayraklarıyla geldiler. Muazzam yıllar geçti, muazzam zamanlar geçti. Buranın ahalisi de hemen teslim etmedi buraları... Ama müslümanlar cihad ede ede, anlata anlata, çalışa çalışa, kale kale, şehir şehir, belde belde fethettiler.

Rumeli'ye geçtiler, Rumeli'yi fethettiler. Ta ileriye kadar gittiler, burası kaldı. Çünkü, kalın duvarları var... Duvarların önünde hendekler var... Hendeklerin içinde su var... İç duvarlar var... Öteki ordular fethedememiş. Bunların enterasan ziftli bir ateşleri vardı. Yaklaşanların üstüne kazanla döküyorlardı, sönmüyordu suda... Suda sönmeyen Rum Ateşi denilen ateşleri vardı. Yanıyorlardı, kaleye tırmanamıyorlardı.

Fatih Sultan Mehmed Han kaç tane yabancı lisan biliyordu: Türkçe, Arapça, Rumca, Bulgarca, Latince vs. vs. Çalıştı, düşündü, plan yaptı, proje yaptı. "Ben bunların tepesinden topları nasıl aşırtırım?" diye usta buldu, uzun toplar döktürdü. Ne kadar uzağa, ne kadar ağırlıktaki gülleleri atacak muazzam toplar döktürdü. İşte gidin, Ayasofya Camii'nin arkasında meydandaki toplarını görün!

O topları yaptı. Onlar için barutlar biriktirdi. İçine kürek kürek barut atıyorlar. Bu taraftan tutuşturuyorlar, öbür taraftan muazzam bir gümbürtüyle, çatlamadan patlamadan koca gülle gidiyor; surlara güm diye vurduğu zaman, duvarlar çatır çatır çatlıyordu. Koca surlar sallanıyordu, çatlıyordu. "Evet müslümanlar kahramandır, mücahiddir, çarpıştılar yendiler..." O kadar kolay değil... Bu iş o kadar kolay değil...

"Çanakkale harbi nasıl oldu?" diye ordaki bir köylüye sorduk da... Savaşa katılmış, "Ben de katıldım." dedi. "Tariflere sığmaz Hocam!" dedi Hocamız'a anlatırken... "Düşmanla gırtlak gırtlağa geliyorsun, sarılıyorsun birbirine mücadele için... Ya sen onu öldüreceksin, ya o seni öldürecek!.. Ölüm kalım mücadelesi... Korkunç bir şey, tariflere sığmaz!" dedi.

Bir savaşın kazanılması kolay olmuyor. Varna'da II. Murad 1444 tarihinde zafer kazanmış. Bindörtyüz bilmem kaçta I. Kosova, II. Kosova zaferleri... Bu heriflere karşı zafer kolay kazanılmıyor. Bak, şimdi de öyle... Uğraşıyorsun, kolay değil... Ama mühim olan, hedef: "Küfrün merkezini ele geçireceğim, küfrü destekleyecek merkez kalmayacak!" diyeceğiz. Ana merkez ele geçecek!

"Adana'yı fethedeceksiniz." demedi Peygamber Efendimiz... "Antakya'yı Fethedeceksiniz." demedi, "Halebi fethedeceksiniz." demedi. Ne dedi?.. "İstanbul fetholunacaktır!" dedi. Niçin?.. İstanbul küfrün merkezi idi.

Kur'an-ı Kerim'de buyruluyor ki:

(Fekàtilû eimmetel-küfri) "Küfrün önderleri ile çarpışın!" Ayak takımı yola gelir. Sen tepesindeki herifi tepelersen, ayak takımı islah olur. Kandırılmıştır, sürükleniyordur onun peşinden... Küfrün önderini, küfrün merkezini, küfrün ana kaynağını ele geçirmek müslümanların idealiydi. Küfrün merkezi olan İstanbul'u ele geçirdiler.

Fatih Sultan Mehmed'in yapamadığı ikinci bir gayesi vardı. İkinci gayesi, küfrün öteki merkezi olan Roma'yı fethetmekti. Roma'yı fethedecekti, onun hazırlığını yapıyordu. Çünkü, İtalya'nın güneyinde Otranto kalesini almıştı. Asker göndermişti, donanma göndermişti. İtalya'nın çizmesinin topuk kısmı Osmanlıların eline geçmişti. Toranto --veya Otranto-- kalesi müslümanların eline geçmişti, hazırlık yapıyorlardı. Neden?.. Küfrün merkezine yumruğu patlatırsın, yüzü darmadağın olur, beyni parçalanır; küfrün kuvveti kalmaz!

Neresi küfür?.. Meryemin oğlu Mesih tanrıdır diyenler kâfir oldular. Neden?.. Allah'ın peygamberine, kuluna tanrılık izafe ettikleri için onlar da kâfir... Onun merkezine vurmak istedi. Burada vurdu, Bizans'ı yıktı, İslâm'ı buraya soktu. Hayatının son emeli, yapmak istediği ikinci iş, Roma'yı fethetmekti. Roma'yı fethetmek için hazırlanırken zehirlendi, şehid oldu, vefat etti. O nasib olmadı.

Ondan sonra gelenlerin hayatları da ibretli... Oğlu Sultan Bayezid, öteki oğlu Cem Sultan... İhtilâfa düştüler vs.

Burada küfrü yenmek için, Allah rızâsı için cihad ettiler. Korkuyorlardı, kolay değildi. Avrupa ondan önce kaç sefer haçlı ordusu tertib etmişti. Selçuklular zamanında, kaç defa Anadolu'yu çiğneyip, Adana'dan, Antakya'dan geçip Kudüs'ü almıştı, Urfa'yı almıştı. Antakya'da krallık kurmuşlardı. Kudüs'te krallık kurmuşlardı. Urfa'da hristiyan krallığı kurmuşlardı.

Kolay değil... Koca Avrupa, kalabalık nüfus, toplanıp geliyorlardı. Yine gelebilir diye korkuyorlardı. Ama müslüman mücahiddir, ölümden korkmaz!.. Korkmaz ama, tedbir var... Çanakkale Boğazı'nda tedbir aldı. Çanakkale Boğazı'na giderseniz, Çanakkale şehrinin orda, Anadolu tarafında Fatih Sultan Mehmed Han'ın yaptırdığı bir kale var... Karşısında da Kilitbahir var... Kilid-i Bahir; yâni denizi kilitleyen kale... Bu tarafta bir kale, öbür tarafta bir kale...

--Kim yaptırmış?..

--Fatih Sultan Muhammed Han yaptırmış.

--Niye yaptırmış?..

--Çanakkale Boğazı'ndan düşman gemisi geçemesin; geçerse bombalansın, bu tarafa yardım getiremesin diye...

Sonra, Anadolu Hisarı'nın karşısında, üç ayda üç paşaya taksimat yapıp, "Burada kale yapacaksınız!" dedi, Rumeli Hisarı'nı yaptırdı. Üç ayda yaptılar orayı... Birbiriyle yarıştılar, üç ayda o koca kaleyi yaptılar. Boğazın iki tarafından, geçen gemilere dur dedikleri zaman, duruyordu. Bir tanesi durmak istemedi, denemek istedi, bir şey yapamayacaklarını sandı, geçmeye kalktı. Bir top attılar, batırdılar. Haa, anlaşıldı ki, bu kalelerin önünden düşman askeri geçemez!

O tedbirleri aldı, topları döktü, çalışmaları yaptı, uğraştı, didindi. Gaye ne?.. Rasûlüllah'ın iltifatına ermek... Rasûlüllah'ın emrini bilen, İslâm'ın hedefini bilen ulemâ teşvik ettiler. Kaç sefer "Olmuyor, bak aylardır muhasara ediyoruz, fethedemiyoruz!" diye bu muhasarayı kaldırmak istedikçe, Akşemseddin diretti: "Kaldırmayacaksın, devam edeceksin! Fetih olacak, korkma, müjde var, sana nasib olacak!.." diye söyledi.

Ve 29 Mayıs 1453 senesinde, 857 hicrî yılında İstanbul'u Allahu ekber sesleriyle, tekbirlerle, Lâ ilâhe illallah'larla Allah'ın mü'min, muvahhid, mücâhid, mübârek, cennetlik kulları fethettiler.

Vur pençe-i Ali'deki şemşîr aşkına!

Gülbankı âsumânı tutan pîr aşkına!..

Son savletinle vur ki, açılsın bu surlar,

Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına!..

Bak, İslâm'ın ruhunu bilen şair, nasıl ifade ediyor. Yeniçeriye gazel yazmış. Şair ama, kalbi çalışıyor. Müslümanın hedefini biliyor, halkın nerden gelip nereye gittiğini biliyor. Orta Asya'dan gelmişiz, mü'miniz, ehl-i tevhidiz. Küfrü yeryüzünden silmeğe gelmişiz, küfrün merkezini yıkmışız. "Olmaz böyle şey!" demişiz, "Allah'a doğru inanın!" demişiz. "Böyle yanlış inanç, böyle kâfirlik olmaz!" demişiz, yıkmışız. Buraya İslâm'ı hakim kılmışız. Tâ Arnavutluğa kadar gitti. Fatih Sultan Mehmed zamanında Belgrad'a kadar Balkanlar fetholdu.

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Bütün bunlardan bizim çok ibret almamız lâzım!.. ve bu olayları, hadiseleri unutmamamız lâzım!.. Gayeyi şaşırmamamız lâzım!.. Peygamber-i zîşânımız SAS, çok vefalı bir insandı. Çok hatır-nüvaz, hatır kollayan ve kendisine yapılan iyilikleri dâimâ iyilikle karşılayan, devam ettiren bir insandı. Medine'ye geldiği zaman Kuba köyünde gecelemiş, ondan sonra Medine'ye gelmiş. Her cumartesi Kuba'ya ziyarete giderdi. Mekâna bile vefası var...

Hazret-i Hatice'nin dostlarını dâimâ kollardı. kendisinin süt annesini dâimâ arardı. Akrabalarını arardı, sorardı. Böyle iyi şeylerin hâtırasını canlı tutardı. Bizim de mâzimizi unutmamamız lâzım!.. Biz kimlerin evlâtlarıyız, biz neyiz, Allah'ın nasıl bir kuluyuz?.. Müslümanız, müslümanlığın hedefi ne?.. Biz buraya niye gelmişiz, burda nasıl yaşıyoruz?.. Bu topraklarda biz doğduk ama, bu topraklar eskiden bizim değildi; nasıl bizim oldu?.. Fatih Sultan Mehmed Han'ın gidin kabrine bakın! Fatih Camisi'nin önünde, bakın görün, başka şeylerle mukayese edin!.. Başka yerlerle mukayese edin!..

Bizim vefa göstermemiz lâzım!.. Ahmed-i Yesevî Hazretleri'ni su gibi bilmemiz lâzım!.. Hikmetlerini herkesin okuması lâzım!.. Ahmed-i Yesevî Hazretleri göndermiş, bizim dedelerimizi buraya... Hedefi Peygamber SAS göstermiş; onlar da, "Cihad edin!" diye halkı, müridlerini, kendisinin sözünü dinleyen insanları bu tarafa yöneltmişler. Evliyâullah, ulemâ devletin ricâlini, askerin başındaki komutanları, "Şunu yapacaksınız! Şu tarafa gideceksiniz! Bunu yapmanız lâzım!" diye öğretmişler, sevketmişler, yöneltmişler, hedef göstermişler. Allah'ın dinine hizmet etmeyi gaye bilmişler. Şimdi biz onların o sözlerini hiç unutmamalıyız.

I. Murad Kosova'ya kadar gitmiş. Murad-ı Hüdâvendigâr, yâni Fatih'in dedesinin dedesi... Kosova'ya kadar gelmiş. Bakmış ki Sırplar, Avrupalılar büyük bir ordu toplamışlar, gelmişler karşısına... Kendisinin mücahidlerinin sayısı az, karşı taraf çok kalabalık... Yabancı bir diyarda... Elini açmış, demiş ki:

"--Yâ Rabbi! Beni bu diyarda, bu kâfirlerin karşısında mağlub düşürme!.. Eğer benim askerim bu düşmanın karşısında mağlub olursa, bir daha buralarda sana ibadet edilmez. Lâ ilâhe illallah denmez. Bu adamlar haça taparlar, puta taparlar; sana ibadet edilmez. Benim ordum galib olsun, --ben can derdinde değilim, şan derdinde değilim, ganimet derdinde değilim-- canım fedâ olsun!" demiş.

Böyle dua etmiş. Bu duayı unutmamamız lâzım!.. Dünya saltanatı peşinde olan insan, bu sözü söylemez. Bu sözün üstüne bastırmamız lâzım, bu sözü çerçeveletmemiz lâzım!.. "Benim canım fedâ olsun, yeter ki müslümanlar galib olsun!.. Burada Allah denilsin, Lâ ilâhe illallah denilsin!.."

Bu ezanlar ki, şehadetleri dinin temeli,

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli!..

dediği gibi Mehmed Akif'in, "Bu Lâ ilâhe illallah burada söylensin, sönmesin!" diye dua etti. "Canım fedâ olsun!' dedi, Allah duasını kabul etti. Savaşı kazandıktan sonra, savaş bittikten sonra, otağında, birisi ustalıkla, hainlikle, bir şey söyleyeceğim diyerek yanına yanaşıp ani hareketle yaraladı, şehid etti, öldürdü.

Adamların gayesi saray değildi. O mübarek insanların, Allah ehli insanların gayesi arazi kazanmak değildi. Arazileri vardı yeter de artardı. İnsanın beş-on dönüm yeri oldu mu, bakamıyor bile... Arazi derdinde değillerdi, hazine derdinde değillerdi, para derdinde değillerdi. "Canım fedâ olsun, yeter ki ben Allah'ın dinine hizmet edeyim!" düşüncesi içindeydiler.

Bu sultanların unvanlarını söylemiyorlar. Sultanül-guzâti vel-mücâhidîn; bunların unvanı bu... Gàzilerin, mücâhidlerin sultanı bunlar... Buraya gelmişler, burada Allah yolunda gazâ ediyorlar, cihad ediyorlar. Onların başkanı bunlar... Osman-ı Gàzi, Orhan-ı Gàzi diyorlar. Gàzi ne demek, gazâ edip Allah yolunda cihad etmiş insan demek... Unvanları buydu. Bunlar bununla iftihar ediyorlardı.

Bak bu sultanın ismi de Fâtih... Yâni fetheden, İstanbul'u alan... Bunların gayeleri dünya değildi.

İmtisâl-i câhidû fillâh oluptur niyyetim,

Din-i İslâm'ın mücerred gayretidir gayretim.

Fazlü hakk u himmeti cünd-i ricâlullah ile,

Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir fikretim!..

diye, ondan sonraki Avcı Mehmed'in şiiri olduğu söyleniyor bu ama, (cahidû fillâh) "Allah yolunda cihad edin!" diye Allah emretmiş. Ben de namazı kıldırırken size okudum:

(Ve câhidû fillâhi hakka cihâdihî) "Allah'ın yolunda hakkıyla cihad edin, tam cihad edin!" buyruluyor.

Şimdi Allah bize bir can vermiş muhterem kardeşlerim; hepimiz yaşıyoruz. Canımız var da şu bedenimizde, yaşıyoruz. Bu canı veren, bu hayatı veren kim?.. Allah...

(Vallàhu yuhyî ve yumît) Hayatı veren Allah... Öldüren kim?.. Öldüren de Allah... Öldüren ok mu, tabanca mı, kâfir mi, falanca mı, filânca mı?.. Değil. Öldüren, hayatı bitiren Allah; hayatı başında veren Allah... Hayatın miktarını da alnına yazan Allah...

İbrâhim AS'ı Nemrud öldürebildi mi?.. Öldürmek istedi. "Öldürün bunu!" dedi.

(Harrikhu vensurû âliheteküm) "Bu madem putları kırdı. Yakın bunu da tanrılarınıza yardım etmiş olursunuz!" dediler. O kadar odunları yığdılar, o kadar tutuşturdular. İbrâhim AS'ı içine attılar. Yakabildiler mi?.. Yakamadılar. Neden?.. Allah öldürmeyince, bir insan ölmez. Allah bir insanın ölmesini yazdığı zaman da, öleceği zaman da, cümle tabîbân-ı cihan başına toplansa, onun ömrünü uzatamazlar; o zamanda ölür. Öleceği zaman, vâdesi yettiği zaman:

(Fe izâ câe ecelühüm lâ yeste'hirûne sâaten velâ yestakdimûn) Biraz geriye gitmez, biraz öne gelmez; o anda ölür. Bu bizim Kur'an-ı Kerim'den inancımız...

Allah-u Teâlâ'nın Esmâ-i Hüsnâ'sından birisi Muhyî; yâni hayatı veren, yaşatan... Bir tanesi de Mümît; yâni ölümü nasib eden, öldüren... Ölüm Allah'tan, hayat Allah'tan...Ölüm Allah'ın emri, Allah'ın tayin ettiği zamanda...

Onun için, bizim dedelerimiz bu hakîkatleri bildiklerinden ölümden korkmamışlar. Zâten ölümden korkmanın ölmemeğe bir yararı yok, ölmemeyi sağlamıyor. Ölümden korkuyorsun, öleceksen yine ölüyorsun. Adam falanca yerden ölümden kaçıyor, filânca yerde ölüyor. Çare yok... Ecel geldiği zaman çare yok...

Bu mübarekler ne yaptılar?.. Allah yolunda cihad ettiler. Biz şimdi kimiz?.. Biz de Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin torunlarıyız... Biz de İstanbul'u fetheden Fatihlerin torunlarıyız... Şehidlerin torunlarıyız, gàzilerin torunlarıyız. Amma İslâm'ı unutmuşuz!.. Ama, hayatın gayesini unutmuşuz. Hayatta yapmamız gereken hedefi unutmuşuz. Küfrün merkezini tahrib etmeyi yapmıyoruz, düşünmüyoruz, planlamıyoruz. Eimme-i küfrü yok etmeyi, onları ortadan kaldırmayı düşünmüyoruz. İslam'ı yaymayı, üzerimize düşen vazifeyi yapmıyoruz.

Ölmüş, şehid olmuşlar. Ne olmuş?.. Cennetlik olmuş. Şehid, daha kanının ilk damlası yere damlarken gözünden perdeler kaldırılır, cennetteki makamı kendisine gösterilir. Şehid, hem kendisi cennetliktir, hem de ehl-i beytinden etrafından nice tanıdığına şefaat eder. "Yâ Rabbi, bunları da cennete sok!" diye şefaat edip, onların da cennete girmesine vesîle olur.

Şehid olmak büyük bir nimettir. Şehid olmak, büyük bir devlettir. Şehid olmak, bir gayedir. şehid olmak, bir müslüman için bir idealdir. Onun için İmam Ca'fer-i Sâdık Hazretleri buyurmuş ki:

(Allahümme ahyini saîden) "Yâ Rabbi, sen beni said bir kul olarak; yâni sana mutî, mü'min bir kul olarak yaşat! Şekàvet ehlinden, eşkıya zümresinden değil de, süedâ zümresinden, said bir kul olarak yaşat! Sevdiğin bir kul olarak, cennetlik olarak ömür sürdür bana!.. (ve emitnî şehîden) Şehid olarak öldür!.."

Şehidlik bir gayedir. Şehid olmak bir idealdir. Şehid olmak herkesin arzusunun ana gayesi olması lâzım!..

Şimdi bu mübarekler bunu bildiler, bunun için çalıştılar. Ehlullah, evliyâullah, ricâlullah olarak... Her birisi mübarek insanlar olarak... Bir vaktini kazaya bırakmamış insanlar olarak... Gusülsüz, abdestsiz gezmemiş insanlar olarak... Düşmana saldırırken "Allah!.. Allah!.. Allah!.. Allah!.." diye zikr ede ede yürümüş olan insanlar... "Zikrederken canımı vereyim, Allah derken ruhumu teslim edeyim!" diye çalışmış insanlar...

Tabii, en yüksek makamı buldular. Onların bize ihtiyaçları yok... Çünkü, bismillâhir rahmânir rahîm:

(Velâ tahsebennellezîne kutilû fî sebîllillâhi emvâtâ) "Allah yolunda savaşırken öldürülen kimseleri ölü sanmayın! (bel ahyâün inde rabbihim yürzakn) Bil'akis onlar hayattadır, diridir. Rablerinin huzurunda, Rableri tarafından kendilerine nimetler verilip, nimetlenip duruyorlar."

(Yestebşirûne bini'metin minallàhi ve fadlin) "Allah'tan kendilerine verilen nimetleri, fazlı, ikramı, ihsânı arkadakilere söylemek istiyorlar."

Sesleniyorlar, diyorlar ki: "Yâhu, çok güzel bir şeymiş bu şehidlik!.. Biz şehid olduk da Allah'ın rahmetine erdik; Allah'ın fazlına, ikrâmına mazhar olduk. Siz de korkmayın, mahzun olmayın, ölümden çekinmeyin!.. Allah yolunda gevşemeyin, Allah yolunda malınızı, canınızı esirgemeyin!.. Çok güzel bu şehidlik! Çok büyük mükâfatlar var!.." diye bizi müjdelemek istediklerini bildiriyor Kur'an-ı Kerim... Müjdeliyorlar ama, duyacak kulak lâzım!..

Bedir Harbi'nden sonra kâfirlerin ölülerini bir kuyuya attılar. Peygamber SAS Efendimiz o kuyunun başına geldi, seslendi:

"--Ey kâfirler!.. Biz Allah'ın bize va'dettiği mükâfatları bulduk, gördük, erdik. Siz de Allah'ın size söylediği azablara daldınız mı, mâruz kaldınız mı?.. Siz de o azabları tattınız mı, söyleyin bakalım!.." diye ölmüş insanların leşlerine, cesetlerine seslendi.

Sahabe-i kiram meraklandılar, sordular, dediler ki:

"--Yâ Rasûlallah! Duyar mı bu adamlar?.."

Ölmüş, kurumuş, kaskatı kesilmiş, üst üste yığılmışlar, atılmışlar, kuyunun içindeler.

"--Sizden iyi duyarlar ama, cevap veremezler! Cevap verse de siz duyamazsınız."

Arada bir perde olduğundan duyulmaz ama, duyan duyar. Evliyâullah duyar, bilir, görür ama, herkes duymaz.

Şimdi aziz ve muhterem kardeşlerim, şehidler müjdeliyorlar. Bizleri sevdikleri için diyorlar ki geride kalan bizlere, evlâtlarına:

"--Korkmayın, müjdeler olsun! Şehid olursanız, Allah yolunda çalışırsanız, çarpışırsanız, cihad ederseniz, Allah'ın dinine hizmet ederseniz nimet var, ikram var, ihsân var... Mahzun olmak yok, korkuya uğramak yok... Korkulu bir durum yok bu tarafta, korkmayın yâ!.. Gayret!" diye sesleniyorlar. Ama, onu duyacak kulak lâzım!..

Muhterem kardeşlerim! Hayatımı koruyacağım diye bütün gayeniz yaşamak olmasın!.. Çünkü zâten yaşamak, ölmek elinizde değil... Gayeniz Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızâsını kazanmak olsun!.. Allah'ın sevgisini kazanmak olsun!.. Allah'ın dinine hizmet etmek olsun!.. İman bayrağını burçlara dikmek olsun gayeniz... Ulubatlı Hasan olmak olsun emeliniz... Allah'ın emrini herkese tebliğ etmek olsun, Allah'ın emrini tutturmak olsun!..

Dedelerimiz buralarda şu yüksek surların üstünden merdiven dayayarak, ip kanca sallayarak, tırmanarak, topa tutarak, yıkıklardan geçerek buraları fethettiler, buraya imanı soktular. Şimdi bu diyarda yaşayan insanlar imana göre yaşıyor mu?.. İstanbul'un nüfusu onbir-oniki küsur milyon... Oniki milyon insan, Fatih Sultan Mehmed Han'ın ve ordusundaki mücahidlerin, şehidlerin, gàzilerin isteğine, arzusuna, idealine göre yaşıyor mu?.. Yaşıyor musunuz, yaşıyor muyuz?..

Yaşamıyorsak, yaşamıyorlarsa; o zaman, o şehidler üzülüyorlar: "Biz niçin şehid olduk, biz neler düşündük, şu bizim evlâtların hâline bak!.. Kâfirlik, küfür, şirk yeryüzünden yok olsun diye biz canımızı verdik. Ortada savaş yok, harb yok, darp yok; bunlar kendiliklerinden kâfir oluverdiler. Kıyafetlerini bıraktılar, namuslarını bıraktılar, örtülerini bıraktılar, namazlarını bıraktılar, Kur'an'ı bıraktılar... Allah'ın emrini tutmayı bıraktılar, Allah'ın yasaklarından korkmamaya başladılar... Şeytanın yoluna girdiler.

Rahman yaratmış, Rahman'a kulluk etmeleri lâzım; şeytana kulluk ediyorlar!.. Rahman'ın buyruğunu tutmaları lâzım; şeytanın emrine girmişler!.. Bu acı bir şeydir. İstanbul'un fethinden 542 sene geçmiş, fetihten sonra İstanbul'un içine yine kâfir dolmuş, küfür girmiş!..

--Bu neden, bu kimin sorumluluğu, bundan kim mes'ul, vebal kimin?..

--Bizim!..

--Neden?..

--Bu diyarların sahibi biziz!.. İstanbul'un sahibi kim?.. Hepimiz... Parça parça, hisse hisse İstanbul'un sahibi biziz, Anadolu'nun sahibi biziz, Balkanlar'ın sahibi biziz, Saraybosna'nın sahibi biziz... Bizim malımız gidiyor, bizim kardeşimiz ölüyor. Kırım'ın sahibi biziz, Kafkasya'nın sahibi biziz, Kazan'ın sahibi biziz... Viyana'ya kadar bizim... İtalya bizim, Sicilya bizim, Otranto bizim, Mora Yarımadası bizim... Cezayir bizim, Fas bizim, Tunus bizim... Malta'yı fethettik, İspanya bizim, Endülüs bizim... İspanya'da Prene Dağları'nı geçtik de, Fransa'nın ortasına kadar geldik ya...

İmam Şafiî Efendimiz'in fıkhında güzel bir kaide var: "Bir yer müslümanların eline geçmiş de, fethedilmişse, orası İslâm diyarıdır; sonradan kâfirlerin eline geçse bile!.." Neden?.. İslâm diyarına kâfirler saldırmış demektir. Müslümanların malıydı, kâfirler saldırdı; orası müslümanların... "Kâfire bak, bizim yerimizde oturuyor!.. Kâfire bak, benim konağıma girmiş!.. Kâfire bak, orda benim tarlamdan, benim ağacımdan elmayı kopartıp yiyor hâin!.." diye gayrete gelmemiz lâzım!.. Kıskanmamız lâzım!.. "Vay benim elmamı kopartıyor kâfir!.. Vay benim şehrimde oturuyor, vay benim suyumu içiyor!.. Orası benimdi!" dememiz lâzım!.. Endülüs bizim, Fransa'nın yarısı bizim...

"Lâ ilâhe illallah denilen, cami kurulmuş olan, ezan okunmuş olan yer benim!" diyeceksin, malına sahib olacaksın!.. Malının içine kâfirin girmesine, hırsızın girmesine müsaade etmeyeceksin!.. İmanını koruyacaksın, Allah'ın dinine hizmet edeceksin!.. "Lâ ilâhe illallah" bayrağını elinde tutacaksın, götüreceksin!.. Onlar oraya kadar götürmüşler, sen Britanya Adası'na götüreceksin, İsveç'e götüreceksin!.. Amerika'ya götüreceksin, kutuplara götüreceksin!..

Bakın İslâm diyarı Maverâünnehr'e kadar uzanmış, Seyhun Nehri'nin ötesine gitmiş. Sonra, öbür taraftan düşmanlar hücum etmişler. Bir kısmı budist...

--Tamam, oralarda budizm yayılmış, budistler varmış. E, dur bakalım, hadi hayırlısı...

--Bir kısmı hristiyan...

--Haa, dur şimdi; Hristiyanlık nerdeydi?..

--Suriye'deydi, Nazuret (Nasara) kasabasındaydı.

--Hazret-i İsâ nerde yaşadı?..

--Filistin'de yaşadı.

--E bu müslümanların diyarının öbür tarafında, tâ Moğolistan'da, Sibirya'da hristiyanlık ne arıyor? Ne zaman gitmiş oraya?..

Hiç merak ettiniz mi, hiç araştırdınız mı, hiç incelediniz mi, hiç kıskandınız mı?.. Nasıl olmuş da hristiyanlar o taraftan müslümanları vurmuşlar?.. Müslümanların batısına ne zaman gelmişler?.. Nasıl olmuş da hristiyan kavimler ordan müslümanlara saldırmışlar?..

Bizim Çinliler kadar gayret-i dîniyyemiz yok mu?.. O bozkırlardan gelen insanlar şehirlerimize zarar vermesin diye kaç bin kilometre Çin seddi yapmışlar!.. Süleyman Demirel, ağzı açık hayran kalmış, "Yâhu ben mühendis olarak hayret ettim!" demiş. Dağların tepesinden, vadilerin içinden, öteki dağın üstünden, öteki dağın ötesine... Kaç bin kilometre?.. Kolay mı?.. Edirne'den Kars'a, Ardahan'a kadar olan mesafenin kaç misli?..

Onlar kâfirken, kendilerini korumak için duvar yapmış, çalışmış, çarpışmışlar da, biz niye koruyamamışız İslâm'ı?.. Tembelliğimizden, çalışmadığımızdan, iyi müslüman olmadığımızdan... "Lâ ilâhe illallah" bayrağına sahib olmadığımızdan, şehidlerin hayırlı evlâdı olmadığımızdan... Allah'a güzel hizmet etmediğimizden muhterem kardeşlerim!.. Böyle müslümanlık olmaz!..

Belki biz de öleceğiz. Moğolların kâfir olarak İslâm diyarına geldikleri gibi, Bağdad'ı bile istilâ edip, ordaki müslümanları öldürüp Dicle'yi kırmızı akıttıkları gibi; bizim mukaddes güzel din kitaplarımızı nehre atıp da, nehrin mürekkep akmasını sağladıkları gibi; Sivas'a geldikleri gibi, Konya'ya geldikleri gibi, belki biz de böyle bir istilâya uğrayacağız!.. Neden?.. Çünkü, bütün Avrupa, bütün Amerika İslâm'ın düşmanı!.. İslâm'ı düşman ilân etmiş; gazeteler yazıyor okumuyor musunuz?..

Avrupa İslâm'ı düşman ilân etmedi mi?.. "Şimdi bizim düşmanımız Rusya değil, müslümanlık!" demiyorlar mı?.. Rusya demiyor mu, İngiltere başbakanı Teacher demiyor mu?.. Amerikalı uzmanlar söylemiyor mu, yazmıyor mu; okumadınız mı?.. Amerika işte, bak muhribimize nişan aldı, beş tane askerimizi öldürdü. Şaka mı, gerçek mi?.. Şaka desen ne olacak, gerçek desen ne olacak?..

Hiç mi gayret-i dîniyyemize dokunmuyor?.. Hiç mi uyanmıyoruz?.. Biz futbol oynayacak zamanda mıyız?.. Biz ticaretle uyuyacak zamanda mıyız?.. Biz boş vakit geçirecek zamanda mıyız?.. Biz gülecek zamanda mıyız?..

Selâhaddin-i Eyyubî başına siyah sarık sarmış, gülmemeye azmetmiş. "Kudüs fethedilinceye kadar gülmeyeceğim ben!" demiş, gülmemiş, yüzü asık durmuş, kaşı çatık durmuş. Neden?.. "İslâm'ın üçüncü mukaddes şehri Kudüs, hristiyanların emrinde!" diye... "Gülmek bana yakışmaz!" demiş.

Biz ne biçim müslümanız?.. Ne biçim şehid evlâdıyız biz?.. Müslümanlığın feri, gücü, kuvveti; imanın aşkı, şevki ne oldu yâni?.. Bizim kendimizi düzeltmemiz lâzım muhterem kardeşlerim!..

Ölen kardeşlerimiz şehid oldular. En yüksek mertebeyi buldular, cennetlik oldular. Asıl acınacak olan biziz, biz kendimize acıyalım!.. Biz Bosna'da ölenlere acımayalım, Çeçenistan'da ölenlere acımayalım; biz kendimize ağlayalım!.. Bizim müslümanlığımız müslümanlık değil... Söylüyoruz, anlatamıyoruz. Birleşin diyoruz, birleştiremiyoruz. Herkes nefsinin, keyfinin, zevkinin derdine düşmüş. Yılbaşı olduğu zaman yer yerinden oynuyor, Galatasaray şampiyon olduğu zaman kıyamet kopuyor, İslâm gittiği zaman hiç bir şey olmuyor!.. İman ayaklar altına alındığı zaman hiç bir şey olmuyor!..

Bir milletvekili, "Cuma namazı tatil olsun!" deyince, bir sürü zıpır adam aleyhine çalışıyor. Ne var bunda, ne olurmuş yâni?.. Hristiyanlar pazar gününü ibadet için tatil yapmıyor mu?.. Suudî Arabistan'da cuma günü tatil, Suriye'de cuma günü tatil, Mısır'da cuma günü tatil; sen de de öyle oluverse ne olur?.. Sen müslüman değil misin?.. Böyle müslümanlık mı olur? Kim kimi aldatıyor, ne biçim iş bu?..

Aklımızı başımıza toplamamız lâzım!.. Belki biz de öleceğiz. Belki Moğol istilâsı gibi bir istilâ gelecek. Sırplar öyle istiyor zâten... Yunanlılar da öyle istiyor. Uğraşıyorlar. Bulgaristan'da da şimdi yatsı namazına gidenler fişleniyor, cuma namazı kılanlar fişleniyor. Jivkov zamanındaki terör yine başladı. Neden?.. Çünkü Bulgaristan'da seçim yapılırken Bulgarlar kendi taraftarlarını destekledi ama, Türkler kendi aralarında bölündüler, birlik olmadılar. Birlik olmadıkları için de fazla milletvekili çıkartamadılar. İktidar şimdikilerin eline geçti. Birleşselerdi, o zaman Türk Birlik Partisi çok milletvekili çıkartacaktı. Ekseriyet onların eline geçmeyecekti, bu zulüm olmayacaktı. Ne oldu? Bak, müslümanlar yine katliama uğrayacak!..

Bulgar boş durur mu?.. Yunanlı boş durur mu, Sırp boş durur mu, Rus boş durur mu?.. Balkanlardan müslümanları atmak istiyor. İstanbul'u almak istiyor, Anadolu'dan da atmak istiyor... Kudüs'ü de almak istiyor, petrol bölgelerini de almak istiyor. "Dünya nüfusu fazla, sen yok ol!" diyor. Aptal mısın sen?.. Kimi destekleyeceğini bilmiyor musun?..

Bizim böyle mübarek günlerde meseleyi enine boyuna bir düşünmemiz lâzım!.. Tamam, ölebiliriz; ölüm Allah'ın emri... Biz ölmeyecek olduktan sonra, onlar bizi öldüremezler! Biz er gibi durduğumuz zaman, Fatih Sultan Mehmed Han gibi çalıştığımız zaman, hiç bir şey yapamazlar!.. Sen hem Fatih Sultan Mehmed Han gibi müslüman ol, hem de Fatih Sultan Mehmed Han'ın hazırlandığı gibi, teknik yönden hazırlan!..

Şimdi bize herkes söylüyor:

"--Yâ ne biçim tarikat şeyhisin sen, ne diye politika ile uğraşıyorsun?.. Ne diye şu işleri yapıyorsun, bu işleri yapıyorsun?.."

İhvânımız tenkid ediyor:

"--Ne diye şirketlerle uğraşıyorsun?.."

Anlamıyor musunuz? Ne yapmak istediğimizin farkında değil misiniz?.. Çalışmıyor mu kafanız?.. Bizim dünyada gözümüz yok!.. Sizin de olmaması lâzım!.. Dünya bizim gayemiz değil ki!.. Bizim gayemiz Allah'ın rızasını kazanmak, ölmek, şehid olmak... Belki de öleceğiz, ölümden de kaçamayız.

Bizim Muhammed Emin Er Hoca dedi ki:

"--İslâm hukukuna göre, bir müslüman kadın kâfirlerin eline geçse garb'da; şarkta garbda bütün İslâm Alemine o tek kadını kurtarmak için çalışmak farz olur." dedi. Kaç tane kadın orda, ezâ cefâ altında!.. Ne biçim müslümanlık?.. Eski müslümanların müslümanlığı nasıl müslümanlık, nasıl anlayış; yeni müslümanların müslümanlığı nasıl müslümanlık?..

Oooh!.. Suudî Arabistan'da adamın petrol gelirleri geliyor; adam 500 Mercedes'ten 1000 Mercedes'e, 1000 Mercedes'ten 1001 Mercedes'e keyif yapıyor. Paralar cepte... Uçakların yüznumara tokmakları altından... Keyif yapıyor. Kuveyt öyle... İran bir başka havada, Ermenilerle işbirliği içinde... Afganistan'daki mücahidler birbirleriyle çarpışıyor. Taliban Hizb-i İslâmî ile, Hizb-i İslâmî Burhaneddin Rabbânî ile, Burhâneddin Rabbânî emir bilmem kimle...

Tüh, yazıklar olsun müslümanlara!.. Yuh olsun müslümanlara!.. Size de yuh olsun, bana da yuh olsun!.. Bak, şehidler nasıl ömür geçirmişler, nasıl çalışmışlar?.. Nasıl devir açıp kapatmışlar, nasıl imparatorluk yıkmışlar?.. Küfrün merkezini nasıl dağıtmışlar?.. Küfrün merkezi şimdi neresi?.. Ara, bul, çalış!.. Yenmek için çalış!..

Hoşuma gitti, burda bir kızcağız kurslara gitmiş, kompitür kullanmayı öğrenmiş de bir işe girmiş. Aferin dedim kendi kendime... Sen de kompitür kullanırsan, sen de çalışırsan, sen de uğraşırsan, sen de çabalarsan, sen de ilerlersin!..

Amerikalılar memleketlerine geldiği zaman, Japonlar, hükümdarlarının yanına sürüne sürüne, emekleye emekleye gidip eteğini öpen, dizini öpen insanlardı. Medeniyetleri yoktu, kamıştan evleri vardı. Baktılar ki pabuç pahalı, baktılar ki o gidişle olmuyor; uğraştılar, çalıştılar, çabaladılar. Japon gençlerini imparator seçti, Avrupa'ya, Amerika'ya ihtisasa gönderdi. Göndereceği gün hepsini topladı, herbirine uçu kıvrık birer hançer hediye etti. Dedi ki:

"--Gitttiğiniz yerde öğreneceğiniz ilmi tam öğrenin! İmtihanları başarın, o ilmi tam öğrenin!.. Öğrenemezseniz, saplayın bu hançeri bağrınıza, yırtın ölün. Başarısızsanız geberin, Japonya'ya gelmeyin!" dedi.

Bizimkiler ne yaptılar?.. Bizimkiler Paris'e gittiler, operaya hayran oldular; burda operayı taklid ettiler. Baloya hayran oldular; çocuklarının çıplak, başparmak ucunda dönmesini sanat diye yutturdular.

Yâhu, senin teknolojiden öğreneceğin şey yok muydu, Fransa'dan, İngiltere'den, Almanya'dan?.. Böyle mi kalması lâzımdı bu memleketin?.. Koca Devlet-i Aliyye-i Osmâniye bu yâhu!.. Yedi düveli tir tir titretiyordu bu Devlet-i Aliyye-i Osmâniye!.. Küçük bir devlet miydi senin bu devletin?.. Gidenlerin her birisi alim olarak dönecekti, burada her birisi bir fabrika kuracaktı. Şimdi herkes sûistîmalle cebini doldurmağa bakıyor. Şu kadar milyar kredi şu almış, bu kadar milyar bu almış... E, memleket ne oluyor, sanayi ne oluyor?.. Silah sanayii ne oluyor, memleketi korumak nasıl olacak?.. Alet, edevat hepsi Japonya'dan geliyor, başka memleketlerden geliyor.

Bak işte giden heyet şimdi, Çin'e hayran kalmış. Şanghay'ı görünce ağzı açık kalmış. "Allah Allah! Yirmibirinci Yüzyıl'a girmiş!" demişler. E, ben geçen sene yazdım, evvelki sene yazdım dergilerde... "Yâhu bu adamlar Yirmibirinci Yüzyıl'a girmişler, bizden çok ileriler!.." dedim, ilk defa Singapur'a gidip, buraya geldiğim zaman... Uyuyor millet!.. Afrikalılar bizi geçti. Küçük küçük devletler bizden ileri duruma geldi. Altı milyon, sekiz milyon nüfusu olan İsveç, uçak yapıyor, kamyon yapıyor... Atom santralleriyle ülkesinin enerjisini sağlıyor. Her şeyi yapıyor. Bizde hiç bir şey yok...

Bu neden?.. Kanımızın donmasından, şehid evlâdı olduğumuzu unutmamızdan, müslümanlığımızın, imanımızın gereğine göre yaşamamamızdan, İslâm'ı doğru anlayamamamızdan... Fatih Sultan Mehmed Han gibi, "İyi müslüman neler yapmalıymış, nasıl olmalıymış?" diye düşünüp doğruyu bulamamamızdan...

Millet sanıyor ki, iyi müslümanlık sarık sarmak, cübbe giymek... Sarık modası, cübbe modası... İyi, güzel kardeşim ama, sen bu kâfir Amerika'lıyı yenecek çalışma da yapıyorsan o zaman iyi... Bak Fatih Sultan Mehmed, hem müslüman, hem de teknolojide birinci... Öyle çalışmış, öyle çalışıyorlar. Çin öyle çalışıyor, başka milletler öyle çalışıyor.

Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, biz şehidlerimizden şefaat isteyelim!.. Onlar imtihanları başardılar, Allah'ın rahmetine erdiler, cennetlik oldular, ahirete gittiler. Bizim de vazifemiz, onların evlatlarıyız; yaşayan insan onlara ne yapar?.. Kur'an-ı Kerim'ler hediye eder, dualar eder vs. Onların ihtiyacı yok, onlar zaten cennetlik!.. Bizim onları sevmemiz, onları örnek almamız, onların yolunda gitmemiz lâzım!.. Allah onların şefaatlerine bizleri nâil eylesin...

29. 05. 1995 İskenderpaşa Camii / İSTANBUL