13. Ağustos 1999 AKRA FM Cuma Sohbeti

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

--------------------------

CİHADIN ÖNEMİ

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Televizyon izleyenleri ve Ak-Radyo dinleyicileri! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Cenâb-ı Hak cumanızı mübarek eylesin. Nice mübarek günlere, gecelere, zamanlara erdirsin, iki cihanda aziz, bahtiyar olun.

a. Gàzinin Tesbihi

Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şeriflerinden Râmuz kitabının 198. sayfasından bazı hadis-i şerifler okuyacağım.

Birinci hadis-i şerif, Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki bu sayfada:

RE. 198/3 (Ettesbîhu minel-gàzî seb'ne elfi hasenetin, vel-hasenetü biaşri emsâlihâ) Muaz RA'den Deylemî rivayet eylemiş. Mânâsı şöyle:

(Ettesbîhu minel-gàzî) "Gazâ ile meşgul olan, cihad ile meşgul olan bir kişinin, mücahidin, savaşa Allah rızası için gitmiş bir kimsenin tesbihi, yâni SübhànallIàh demesi, Subhânallàhi ve bihamdihî demesi, Cenâb-ı Hakk'ı tesbih etmesi, (seb'ne elfi haseneh) yetmişbin hasenedir. Bir tesbihi, yâni bir kere böyle bir diliyle tesbih eylemesi yetmişbin hasenedir." (Vel-hasenetü biaşri emsâlihâ) buyuruyor Peygamber Efendimiz, bu hükmün, bu bilginin arkasından: "Hasene de bire bir mükâfatlandırılmaz, on misliyle mükâfâtlandırılır."

Böylece ne olmuş oluyor? Gàzinin bir subhânallah demesi, tesbih eylemesi. yetmiş bini onla çarparsak yediyüz bin hasene, mükâfât, sevap kazanmasına sebep oluyor. Tabii burada gàzi olduğu için bu üstün mükâfat veriliyor, yetmişbin veriliyor. Öteki, gàzaya gitmemiş, yerinde oturan, köyünde oturan, evinde barkında rahatında olan kişinin tesbihine göre bu kadar daha büyük, bu kadar daha fazla, bu kadar daha çok sevap kazanıyor.

Bu cihâdın, gazânın, Allah yolunda canını ortaya koyup da böyle düşmanı karşılamaya gitmenin İslâm'ı savunmanın ne kadar sevaplı olduğunu gösteren hadis-i şeriflerden bir tanesidir. En sevaplı ibadetlerden birisi Allah yolunda cihad etmektir. Mücahidin ecri, sevabı çok büyüktür. Bir de mücahid böyle zikir ehli olursa, tesbih ediyor, zikrediyor... Tabii o tesbih ve zikreden kimsenin --zâten zikrin sevabı ne kadar büyüktü, ne kadar fazlaydı-- o zaman artık ecrinin, sevabının haddi hesâbı yoktur.

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Şimdi tarihlerden okuyoruz, Peygamber Efendimiz'e İslâm Mekke'deyken geldi. Medine'ye hicret ettikten sonra devam etti. Sonra Suûdî Arabistan'dan şirk ve küfür tamamen çıkartıldı. İslâm ve tevhid, yâni Allah'ın varlığının ve birliğinin bilinmesi, kabûlü, Lâ ilâhe illallah kelimesi, inancı yerleşti.

Bu arada hemen aklıma gelmişken yine hatırlatayım. Hep hatırlatacağım: 2000 yılını tevhid yılı ilân ettik ve hepiniz de bunu yayacaksınız, söyleyeceksiniz ve tevhid için, Allah'ın birliğinin öğrenilmesi için çalışacaksınız!

Peygamber Efendimiz'in hayatını biliyorsunuz, bütün müslümanların çok iyi bilmesi lâzım. Hem de ne sebeplerle, başına neler geldi de nasıl davrandı? O şartları da bilmesi lâzım ki, dünyada Peygamber Efendimiz'in isteğine göre yaşasın.

Peygamber Efendimiz SAS İslâm'ı tebliğ etti. Tebliğ edince çok büyük tepkiler gösterdiler düşmanlar, müşrikler: "Sen bizim dinimizi bozma, karışma! Karıştırma, düzenimizi değiştirme, bozma!.." diye o putperest düzenlerini, müşrik düzenlerini, zalim düzenlerini değiştirmesine razı olmadılar ve çok büyük itirazlara kalkıştılar.

Sonra Peygamber Efendimiz bütün teklifleri reddedip de, yâni:

"--Seni zengin edelim, istediğin asil, soylu, güzel kızlarımızı istersen evlendirelim... Ne istiyorsan yapalım. Hatta seni başımıza başkan yapalım, reis yapalım!.." dediler.

Zâten dedesi Mekke'nin başkanıydı. Hiç birisini kabul etmedi.

"--Bu dâvâdan vaz geç, bunu bırak, bütün istediklerini yapalım!" dediler.

İmtihan yâni... Her zaman her müslümanın böyle imtihanları vardır. Tabii peygamberlere imtihanlar, belâlar daha fazla gelir. Dedi ki:

"--Bir elime güneşi verseniz, bir elime kameri, ay'ı verseniz, yine ben bu dâvâdan vazgeçmem! Bu dâvâyı söyleyeceğim!.."

Yâni tevhid dâvâsı, Allah'ın varlığını, birliğini anlatmak... Demek ki hükümdarlıktan da, maldan da, mülkten de, hayattandan da, mutluluktan, zevkten, mutlu evlilikler yapmaktan daha önemli olduğunu tabii görülüyor bu ifadelerde.

Tabii kabul etmediler. Peygamber Efendimiz de tekliflerini kabul etmeyince, bu sefer zorbalığa, baskıya başladılar. Bunu bilmek lâzım.

Çünkü bazıları diyor ki:

"--İslâm kılıç dînîdir. Zorbalık..." filân demek istiyorlar yâni. "Zorbalıkla yayılmıştır."

Hayır! Bugün dahi hiç zorbalık olmadığı halde Avrupa'da, Amerika'da nice hür insan, İslâm'ı inceliyor. "Hak din İslâm" diye İslâm'a geliyor. Amerikalı senatörlerden dahi, Clinton'un yanında, yakınında çalışanlardan dahi müslüman olanlar var. Daha nice nice insanların müslüman olduğunu biliyorsunuz. Meşhur yumrukçu --boksör demiyorum-- Muhammed Ali'yi biliyorsunuz. İşte alimleri, fâzılları, mütefekkirleri biliyorsunuz. Ben de nice kimseleri tanıdım. İnceleyip, Kur'an'ı okuyup kendiliğinden müslüman olan kimseleri...

Yâni bu bir iftiradır. "Baskı ile yayılıyor..." filân diye müslümanları karalama isteğidir. İslâm gönülleri fethederek, akılları iknâ ederek yayılmıştır. Çünkü akıl, mantık dînîdir. Öyle hurâfeyle, bâtılla, ilme aykırı, mantığa, akla aykırı şeylerle ahâliyi oyalamaz, gözünü boyamaz. Hakkı söyler, tabiîliği tavsiye eder. Tabii yaşamın dışında, gayri tabii bir yaşam önermez, teklif etmez. Her bakımdan güzeldir! Elhamdü lillâhi alâ ni'metil-islâm! İslâm nimetine hamd ü senâlar olsun!..

Şimdi ona rağmen baskılar yaptılar, ordular kurdular, hücum ettiler. Peygamber Efendimiz savunmayla karşılık verdi. Sonunda tabii savaşmak zorunda kaldı. Düşmanlar Medine-i Münevvere'ye kaç sefer askerî hücumlar yaptılar. Toplandılar büyük kalabalıklar halinde, ölüm kalım meseleleri... Müslümanlar gàlip geldi. Yâni mazlûmen, taarruza uğramış insanlar olarak, savunma yaparak böyle karşılık verdiler. Allah onları gàlip etti. İslâm'ı geliştirdi.

Çünkü Allah nurunu tamamlayacağını, söndürmeyeceğini, kıyamete kadar canlı tutacağını bildiriyor. Bu böyle, herkes bunu bilsin!.. Kimse İslâm'ı ne kadar uğraşsa yok edemeyecek. İslâm yükselecek, yayılacak. Kıymeti bilinmeyen diyarlardan gitse bile, kıymetini bilen başka diyarlarda ışıl ışıl parıldayacak!

İslâm'ın aleyhinde çalışanlara yazıklar olsun!.. İslâm'ın nurunu söndürmeye kalkışanlara, Allah'a karşı gelenlere, Allah'la mücadeleye kalkışanlara yazıklar olsun!..

İslâm'a hizmet edenlere, imana hizmet edenlere, akla, mantığa hizmet edenlere ne mutlu!.. Onlara da aşk olsun, tebrikler olsun!..

Tabii böyle savaşlar olunca bazı kimselerin her ne pahasına olursa olsun canını fedâ etmeyi, yaşamından vazgeçmeyi kabul etmesi lâzım ki, o savaşa gitsin... Savaştan da dönmemesi lâzım! Savaşta düşmandan kaçmak İslâm'da yoktur ve en büyük günahlardandır.

Savaşların temeli nedir? İslâm'dır. Savaşlardaki zaferlerin, başarıların temeli düşmanın karşısında kaçmayıp çarpışmaksa; bu kaçmamayı sağlayan iman da, o zaferin asıl sebebidir. Diyebiliriz ki Türk tarihinin, İslâm tarihinin her devrinde, devresinde kazanılan zaferlerde İslâm'ın, doğrudan doğruya müslüman olmanın tesiri vardır. İslâm olduğu zaman, büyük ordulara karşı büyük zaferler kazanılıyor.

Tabii böyle bir fedâkârlığa kalkışan müslüman da, gàzi, mücâhid, savaşçı, savaşa gitmeye razı olmuş kimse, gönüllü asker... O da Allah'ın çok kıymetli bir kulu oluyor. Allah onun her şeyini çok seviyor. Çok mükâfatlandırıyor. Bir tesbihi dahi yetmişbin hasene ile mükâfâtlandırılıyor. Bir hasene de on misli fazlasıyla mükâfatlandırıldığına göre yediyüzbin oluyor. Yâni savaşa gitmeyen bir insanın alacağına göre yediyüzbin misli sevap kazanmış oluyor.

Cenâb-ı Hak bizleri sulh u sükûn içinde, huzur içinde böyle efendi efendi çalışıp, İslâm'a hizmet edip, İslâm'ı yayıp, ağır başlı, vakur şekilde güzel hizmetler yapmayı ve bu tevhid yılında nice insanların imanı öğrenmesine, anlamasına ve imanın gelmesine vesile olmayı hepimize nasib eylesin... Tevhid yılında hepimiz bu aşk ve şevk ile çalışalım.

Çünkü kendi çocuklarımız bile kaybolabiliyor. Zâten meselâ Afganistan'ı ele alacak olursak veya Mısır'ı veyahut Cezâyir'i veyahut daha başka bir ülkeyi incelersek, kendi ülkemiz de öyle... Yâni eğitim sonunda müslüman bir çocuk, İslâm'a karşı bir duruma gelebiliyor. Hatta bazen düşman duruma gelebiliyor. Yabancı ülkülere, ideolojilere, düşüncelere kanıyor, kandırılarak kapılıyor, şaşırıyor, sapıtıyor. Kendi milletiyle, inancıyla, tarihiyle, örfüyle, âdetiyle savaşan, kendisine düşman, kendi milletine düşman bir insan haline gelebiliyor.

Onun için çok dikkat etmemiz, çalışmamız gerekiyor. Gerekirse de çarpışmamız gerekiyor. Çarpışmak olacakmış gibi de hazırlanmamız gerekiyor. Ben bunu yıllar önceden beri daima hatırlattım. Çünkü şâirin şiirinde, her zaman söylüyorum: "Hâzır ol cenge eğer ister isen sulh u salâh!" Cenge hazır olursa insan, sulh u salâhı sağlar. Çünkü düşman korkar. Ama cenge hazırlanmazsa, gevşerse düşman onu zayıf gördüğü için saldırır.

Mikrop zayıf vücuda girer ve onu hasta eder. Sağlam vücuda mikrop gelse bile sağlam vücut onu alt eder. Mikropların arasında dolaşsa bile, mikropluların arasında dolaşsa bile sağlam insan onları altedebilir. Ama zayıf hemen mikrobu kapar. Zâten bir santimetreküp havada kaç milyon mikrop olduğunu alimler söylüyor; inceleyenler, sayanlar söylüyorlar. Mikrop her yerde var. Ama ona bazı insanlar yenik düşmüyor, hasta olmuyor. Çünkü sağlam. Onun için cenge hazır olacak ki, kuvvetli olacak ki düşman saldıramasın.

Onun için bütün İslâm ülkelerinin atom bombası yapmış olması lâzım! Zengin ülkeler var. Ben hatırlıyorum, bizim ülkemizden atom alimi profesör kardeşler: "Biz bu atom bombasını yaparız, yeter ki hükûmet tahsisat versin." diyordu. Atom araştırmaları enstitülerimiz var İstanbul'da, ben hatırlıyorum. Başka şehirlerde de vardır. Askeriyenin başka çalışmaları vardır muhakkak. Kendisi gerekiyorsa gizli tutar, gerekiyorsa açıkça yapar... Ama mutlaka kuvvetli olmak lâzım!

Bu Kur'an-ı Kerim'in de emridir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teàlâ Hazretleri: "Gücünüz yettiğince düşmanlara karşı, onları korkutan, sizin düşmanınızı ve Allah'ın düşmanını korkutan hazırlıkları yapın! Silahları hazırlayın!" buyuruyor.

Dedelerimiz de o silahları devirlerine göre, ecdâdımız, ecdâd-ı izâmımız, --Allah onların cümlesine rahmet eylesin, makamlarını yüce eylesin-- cennet-mekân ecdâdımız, hep zamanlarının en ileri usüllerini, aletlerini kullanmışlar ve öyle kazanmışlar.

Yâni evet az sayıyla, kahramanlıkla, çarpışmayla, cesaretle, maharetle oluyor ama, bir taraftan da en ileri silahları yapmışlar, hatta icad etmişler. Meselâ İstanbul'un fethi bu bakımdan, hiç kimsenin inkâr edemeyeceği mükemmel bir numûne. Tarihte herkesin, dostun düşmanın yazdığı bir şey. Kullanılan silahlar, aletler karşı tarafı yeniyor ve surları târumâr ediyor, darmadağın ediyor. Savunanların bütün gayretlerine rağmen, Avrupa'nın bütün yardımlarına rağmen fetih müyesser oluyor. Yâni gazâ ruhunun, gàzilik, mücâhidlik şuûrunun devam etmesi lâzım! Milletçe buna hazır olmamız lâzım ve zamanı gelirse de, icab ederse de kaçınmamak lâzım!..

Çünkü benim çok kesin olarak bir izlenimim var, tespitim var. Dünyayı bir bütün olarak incelemeye çalışıyorum. Müslümanların durumlarını, azınlıkta oldukları, çoğunlukta oldukları ülkelerdeki durumlarına bakıyorum. Sorunlarına bakıyorum, meselelerine bakıyorum:

Dünya üzerinde birileri --tabii bu birilerinin kimler olduğunu sizler de belki benden iyi bilirsiniz, belki tâkip ediyorsunuzdur, belki özel tecrübeleriniz ve belgeleriniz vardır-- müslümanlara sorun çıkartıyorlar. Müslüman ülkeleri daima sorunlarla karşı karşıya bırakmak ve zayıflatmak, mümkünse bölmek, parçalamak istiyorlar.

Kendileri bütünleşme yolunda çalışıyor. İhtilâfları, kavgaları, daha önceki yıllarda yaptıkları savaşları bir tarafa bırakıyorlar, ittifaklar kuruyorlar. Müslümanların arasındaki ittifakları, dostlukları bozup, birbirlerine düşman ediyorlar. İki komşu ülke birbiriyle kanlı bıçaklı, kâtiller gibi kanına susamış durumda oluyor. İşte bilmem Mısır'la Libya, Libya ile Tunus, Cezâyir'le Fas, İran'la Irak, Hindistan'la Pakistan... vs. Her yerde böyle...

Yâni birileri şuurla dünya üzerinde müslümanlar sorunlardan kurtulamasınlar ve kuvvetlenemesinler diye onları zayıflatmak istiyor.

O halde, onların karşısında bu oyunlara gelmemek lâzım, birliği bozmamak lâzım! Kardeşliğin çok kuvvetli telkin edilmesi lâzım! Dînî duyguların çok iyi öğretilmesi lâzım!

Çünkü dînî duygular zayıflayınca ihtilâflar ve husûmetler, kan dökmeler başlıyor. Ancak İslâm, insanları birbirleriyle bir arada tutuyor. Adaletiyle ve güzel duygularıyla, ahlâk öğretimiyle... Meselâ Osmanlı kaç çeşit milleti yedi asır ne kadar güzel idare etmiş! Osmanlı çekildikten sonra her yerde zulüm, korkunç vahşilikler görüyoruz.

O bakımdan gàziliği öğrenmeliyiz, askerliği öğrenmeliyiz, savaşı öğrenmeliyiz! Savaşı sevmeliyiz! Savaş aletlerini, şartlarını hazırlamalıyız!

Şimdi ben bu Avustralya'da halkın yetişmesine de bakıyorum, nasıl yetişiyor? Bu halk bizim için bir misal... Sağlıklarına çok düşkünler. İdmanlarını çok güzel yapıyorlar. Vücutlarını geliştiriyorlar. Her çeşit yarışmaları çok yapıyorlar ki böyle teşvik olsun ve o konuda gelişsinler. Hepsi de, yâni gençlerin hepsi, şöyle baktığınız zaman pazulu, etli butlu, kuvvetli, koşucu, nefesli, çeşitli oyunları bilen; yumruk, tekme, savunma, hücum şeylerine âşinâ olarak yetişiyorlar.

Şimdi bizim çocuklarımız bunların karşısında sigara içen, ciğeri dolmuş, bilmem kahvehanelerden çıkmayan, kumara alışmış kimseler olursa böyle içkiye, biraya, çeşitli uyuşturuculara müptelâ olursa, sağlığı bozuk olursa, bilem gençliğini kötü yollarda yıpratırsa çürük bir gençlikten topluma nasıl fayda gelecek? Toplumun istikbâli nasıl olacak? Hepimiz, yâni ben şahsen, bütün sevdiğim kimselere bunu anlatıyorum. Söylüyorum, teşvik ediyorum: Şöyle kendimiz para verip yerler alalım, idman sahaları kuralım, çocuklarımızı çeşitli idmanlarda mâhir hâle getirelim, hünerli hâle getirelim. Böyle boş vakit geçiren, kahvelerde sigara dumanında helâk olan bir gençlik istemiyorum ben.

Yâni her çeşit şeyi kullanabilsin: Bisiklet, motorsiklet, deniz motoru, otomobil, hattâ ağır vasıta, tank, uçak vs. Bunların hepsinin mahâretini elde etsin. Her çeşit bedenî maharete sahip olsun. Dinç olsun, dayanıklı olsun, sıhhatli olsun ve hazır olsun!

Ve milletçe de böyle güçlü kuvvetli olalım, bilgili olalım! Yurd dışındaki bir zamanlar bizim idare ettiğimiz diyarlar, bizden medet uman, bizden yardım bekleyen milyonlarca insan var. Yol göstermemizi isteyen, destek olmamızı isteyen... Dostlarımıza faydalı olalım. Düşmanlarımızın da kötülük yollarına, kötü şeyler düşünmeye bırakmayalım. Onlar "Aman!" desinler, "Bunlarla uğraşılmaz..." Hizaya gelsinler, hadlerini bilsinler, doğru çizgiden taşkınlığa, ileri gitmeye kalkışmasınlar.

Yâni bir gàzinin tesbihi yetmiş bin hasene ile mükâfatlandırılıyor. Bir hasene de on emsâli. Çünkü gàzilik, mücahidlik Allah'ın dinini korumak için cihada, savaşa hazır olmak, onun bizzat uygulayıcısı bir savaşçı olmak çok sevap. Bu bir...

b. Hayrı Geciktirmek

İkinci hadis-i şerif:

RE. 198/4 (Et-tesvîfu şuàuş-şeytàni yulkìhi fî kulûbil-mü'minîn) Yine Deylemî, Abdurrahman ibn-i Avf RA'den rivayet eylemiş. Bu da önemli bir konu, bütün hadis-i şeriflerin konuları önemlidir de, ama bizler için özellikle bir yaramıza parmak bastığı, merhem vurduğu için bazıları daha çok üzerinde durulacak konuları taşımakta olabiliyor. Şimdi burada buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:

(Et-tesvîfu şuàuş-şeytàn) "Yarın yaparım, sonra yaparım diye, yapacağı bir hayırlı işi geciktirmek, geriye atmak..." Tesvif deniliyor buna. "Sevfe ef'alü fî zemânin kezâ, falanca zamanda yaparım canım. Şimdi yatıyım da, boş ver de ilerde yaparım, yarın yaparım, bir dahaki sene yaparım" vs. Yâni işleri böyle uzak bir zamana atmak, tesvif bu... "Sevfe ef'alü, ilerde yapacağım" demek. Sevvefe-yüsevvifu-tesvif.

Şimdi bu duygu, bir işi yapacağı zamanda yapmayı da geriye bırakmak, tembellik etmek, iyi işi tehir etmek nedir? "Şeytanın bir ışınıdır, şuàıdır." Şuà deyince, güzel, kelimeyi biliyorsunuz, düşünün lazer ışını bir yere düştüğü zaman orayı kesiyorlar, biçiyorlar, yâni tahrib ediyor. Vücudunda ameliyat yapıyorlar, bazı yerleri ışınla kesiyorlar filân... Tehlikeli, önemli bir şey. Ordan hatırınızda kalsın.

"İlerde yaparım düşüncesi, şeytanın bir ışınıdır, şuasıdır. (Yulkîhi fî kulûbil-mü'minîn) Onu mü'minlerin kalplerine tutar, atar Bu şuayı mü'minlerin gönüllerine tutar, öyle kandırır." "Bunu ilerde yap!" der. Şeytanın telkinidir bu. Bir ışın gibi, tehlikeli, zehirli, zararlı bir ışın gibi mü'minin gönlüne bu ışını atar, tutar.

O halde biz ne yapmalıyız. Yapacağımız iyi işleri yapmalıyız. Tehir etmemeliyiz. Tehir duygusunu,

"--Hadi kalk yapsana!"

"--Dur canım, yaparım..."

"--Niye duracaksın, hemen yapsana!"

"--Yaparız canım otur şimdi şöyle. Bir sigara içelim de, bir çay içelim de. Biraz vakit geçsin de..."

"--E niye geçsin? Geçmesin, hemen yapalım!.."

Bir bahane, "İşte bugün canım istemiyor, bugün hava çok güneşli, bugün top oynayalım da sonra yaparız..." vs. Bu şeytanın oyunudur.

Acele de şeytandandır. Bakın onu da hatırlayalım.

(El-aceletü mineş-şeytàn) Bazı yerlerde acele de şeytandandır. Meselâ:

"--Hadi namazı acele kıl, çabuk ol! Hemen şunu şöyle yap!.."

Dur bakalım, bu aceleye gelecek bir iş değil. Aceleye gelecek iş var, çabuk yapılacak iş var; çabuk yapılmayacak iş var. Aceleye getirilirse iyi olmayacak, çalakalem yapılırsa kötü sonuç verecek işler var. Onların özene bezene yapılması lâzım! Özenilecek işi çabuk yaptırmak, yâni kalitesiz olsun, iyi evsâfı olmasın, kötü olsun diye... Özenilecek bir işi acele yapmak, teennî gösterilecek işi acele yapmak şeytandandır.

Ama yapmamak da, acele yapmayıp da tehir etmek de, o da şeytandandır. Bu işi önce tehir ettirir bu mel'un şeytan, tehirden sonra da unutturur. Unutunca da yaptırmaz. Doğrudan doğruya yapma dese, adam razı olmayacak. "Ama önce tehir ettireyim, sonra ben bunu elbet bir uyuturum!" der.

Misalle söylemek gerekirse, meselâ adam diyor ki:

"--Yâ, namazın vakti girdi, şu namazı kılayım!"

Şeytan diyor ki:

"--Yâ kılarsın canım, otur biraz daha..."

Veyahut cumanın vakti yakın,

"--Hemen kalkayım, cumaya gideyim."

"--Dur canım daha vakit var gidersin! Dur bakalım..." filân diyor.

Ordan önüne bir meşguliyet çıkartıyor, bir iş çıkartıyor. Saate bir bakıyorsun. "Eyvaah! Vakit geçmiş. Hay Allah, ben falanca yere gidecektim, unuttum!" Evet, şeytan unutturdu. Çünkü ilk önce tehir ettirdi. O tehiri arasında senin önüne başka bir oyalayıcı iş çıkarttı ve orda seni aldattı, o hayırlı işe göndermedi. Namaza gidemedin, namazı kaçırdın, cumayı kaçırdın.

Neden? Önce tahir ettin. "Giderim canım!" dedin, tesvîf eyledin. Ondan sonra da unuttun. Onun için bu hayırlı işleri akla geldiği zaman, zamanında, yerli yerinde, yapılması gerektiği şekilde, özene bezene hemen yapmak lâzım!

c. Tefekkürün Önemi

Diğer bir hadis-i şerife geldik. Üçüncü hadis-i şerife. Bunların hepsi güzel şeyler. Not almalısınız, aklınıza veya defterinize... Ondan sonra da hareketlerinizde bu esaslara göre hareket etmelisiniz. Unutmamalısınız, hayatınızda uygulamalısınız bu öğerendiğiniz şeyleri.

Üçüncü hadis-i şerif, Peygamber SAS Efendimiz İbn-i Abbas RA'nın ve daha başka kaynakların bize başka sahabilerden rivayet ettiğine göre buyurmuş ki Peygamber Efendimiz...

Bunu da, yâni sanıyorum misafir odasına filân yazdırmak lâzım. Her gelen misafir "Burda ne yazıyor?" dediği zaman da oturup izahını yapmak lâzım. Dükkâna asmak lâzım. Gelen müşteri sorarsa, ona da anlatmak lâzım!

Almanya'da bir kardeşimiz vardı, Allah razı olsun, şehrin dışında iş yeri var, güzel. Yâni geniş bir iş yeri kurmuş, akıllılık etmiş, aferin, iyi yapmış. İnsan görünce memnun oluyor.

Sonra o iş yerinde bir akıllılık daha yapmış: İş yerinin arkasındaki geniş arsaya bir cami yapmış. Bizim bazı arkadaşlarımız da imam olarak da çağırmıştı, biz de cemaat olarak cuma günleri vaaz vermek için filân da gitmiştik. Namaz da kılınıyor... Ohh, hem dünya kazancını ön tarafıntaki dükkanda alış-veriş yaparak sağlıyor. Hem de arazisinin bir kısmını cami yapımına tahsis etmiş.

Geliyorl, orda cuma namazı kılıyor herkes. Ordan da sevap kazanıyor, iki... Yâni o da bir fedâkârlık tabii, arazisini veriyor, inşaatını yapıyor vs. Ondan sonra müslümanlara bir hizmet oluyor, ibadet yapılmasında, cumanın kılınmasında...

Üçüncü bir şey: İş yerine gittik, "Çay içelim Hocam, buyur!" dedi, oturduk. Geniş iş yeri, lâstik vs. satıyor. Orda bir Alman aile geldi. Herhalde baba kız... Konuşurlarken; karşıda kocaman, şöyle dört-beş metre boyunda bir;

"Lâ ilâhe illlallah, muhammedür-rasûlüllah" yazmış. "Bu nedir?" diye sordular. Arabalarına lastik alacaklar ama, ordaki yazıyı merak ettiler. O da, Almanca onlara bunun mânâsını bir güzel izah etti. "Evet, doğru, haklısın..." filân dediler. Yâni telkin ve öğretim ve tebliğ vazifesini yapmış oldu. Peygamberimiz'in yaptığı vazifeyi yürütmüş oldu, sürdürmüş oldu.

Biz de hep böyle yapmalıyız. Yâni iş yerimize böyle güzel şeyleri yazmalıyız. Birisi de sorunca, anlatmalıyız. Bir teşvik olmalı, eğitim öğretim olmalı.

Bu tevhid yılında da, --2000 yılı tevhid yılı olacak-- böyle şeyleri basıp yayabiliriz. İstanbul'dan bazı tüccar kardeşlerimi hatırladım: Böyle güzel ayetler, hadisler alırlar, tebriklerine yazarlar. Ona buna tebrik olarak gönderirler. Ordan tabii, onu alan da üstteki mânâyı okuyup öğrenmiş oluyor. O da bir tebliğ. Yâni Bayram tebrikinde bile tebliğât, İslâm'ın öğretimi yapılmış oluyor; ne kadar güzel!..

Şimdi bu hadis-i şerif de öyle yazılıp kenara konulacak, hattatlara levhası yazdırılacak bir hadis-i şerif... Bazen hattat kardeşlerim bana soruyorlar: "Bize böyle güzel levha yapılacak yazıları ayırsanız da, biz de onları güzel levhalar yapsak, kendimiz yazsak sanat eseri olarak." diyorlar. İşte onlara bir hadis-i şerif:

RE. 198/5 (Et-tefekkürü fî azametillàh, ve cennetihî ve nârihî sâaten hayrun min kıyâmi leyletin, ve hayrun-nâs el-mütefekkirûne fî zâtillàh, ve şerruhüm men lâ yetefekkeru fî zâtillàh.)

Tefekkür, biliyorsunuz, düşünmek demek, fikretmek, fikir eylemek, bir şeyin üzerinde fikir yürütmek; sağını, solunu, derinliğini düşünmek.

(Et-tefekkürü fî azametillàh) "Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin ululuğu konusunda, yüceliği, hikmeti, kudreti, san'atı konusunda düşünmek..." Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin her şeyi muazzamdır. Allah'ın azameti her yerde zâhirdir, her şeyde zâhirdir. Yerlerde, göklerde, ayda, güneşte, yarattığı mahlûkatta, mahlûkatın vücutlarının teşkilâtında, kâinatın muntazam işleyişinde, yönetiminde... Her yerde Allah'ın azametinin âsârı pırıl pırıl parıldamaktadır. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bu azameti konusunda, ululuğu konusunda düşünmek...

Başka?.. (Ve cennetihî ve nârihî) "Cennetin konusunda düşünmek, cehennemin konusunda düşünmek..." Cennetin güzelliklerini düşünüp arzulamak, şevk duymak, mest olmak. Cehennemin tehlikelerini, manzaralarını düşünüp ordan "Aman!" diye kendisini korumaya azmetmek, korkmak, uyanmak; bunları düşünmek...

(Sâaten) "Bir miktar." Burdaki sâaten, çok ibarelerde Arapçada, hadis-i şeriflerde, Kur'an-ı Kerim'de veya fıkıh kitaplarında bizim bugünkü örfümüzdeki bir günün 24'te bir bölümü, 60 dakikalık bölümü mânâsına değildir. Zamanın bir bölümü, kesimi demektir. Yâni ille altmış dakika olmaz; belki beş dakika olur, belki daha fazla olur, belki üç saat olur. Yâni 60 dakika mânâsına almayacağız burdaki saati.

"Allah'ın ululuğu, azameti, cennetinde, cehenneminde neler var diye bu konularda tefekkür etmek, (sâaten) bir miktar, bir zaman düşünmek; (hayrun min kıyâmi leyletin) bütün gece kalkıp gece ibadeti yapmaktan daha hayırlıdır." diyor Peygamber Efendimiz.

Şimdi mukayese edilen şey ne?.. Gece ibadeti. Gece ibadeti nasıl bir şey?.. Çok sevaplı bir ibadet. Geceleyin kalkıp, insanın abdest alıp bir teheccüd namazı kılması, iki rekat namaz kılması, dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır. Onunla mukàyese ediyor Peygamber Efendimiz. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin azameti konusunda, cenneti konusunda, cehennemi konusunda tefekkürlere dalmak, hayallere dalmak, düşünmek, derin derin onları mülâhaza etmek, bütün gece sabaha kadar ibadet etmekten daha hayırlıdır.

(Ve hayrun-nâs, el-mütefekkirûn) "Ve insanların en hayırlısı mütefekkir olanlardır, düşünceli olanlardır, düşünenlerdir, düşünmesi olanlardır. Bu gibi şeylere gafil olmayanlardır. Bu gibi şeyleri sezemeyen değil de bunların üzerinde durup, sezip, anlayıp duygulananlardır."

Yâni gönül erbâbı, hal erbâbı, akıl, fikir, gönül, ulül-elbâb dediğimiz insanlardır insanların en hayırlıları... Tefekkür etmek çok yüksek bir sıfattır.

Onun için bütün müslümanların mütefekkir olması lâzım. Sizlerin hep bu tefekkürü bir ibadet olarak yapmanız lâzım. Çünkü bazen böyle bir gecelik ibadetten daha hayırlıdır. Tefekkürüne göre, tefekkürün derinliğine büyüklüğüne göre, bazen bir senelik ibadetten hayırlıdır, bazen atmış senelik ibadetten hayırlıdır. Tefekkür insanı hakikatlere ulaştırır. Ulaşılan hakikatin büyüklüğüne göre de mükâfatı, değeri çok olur.

Ama umûmî bir kural olarak (Hayrun-nâs el-mütefekkirûn) diye işte bunu, levhayı böyle misafir odamıza güzel bir hattata yazdırıp asabiliriz. Dükkânımıza asabiliriz. Veya güzel bir hattatın yazdığını, matbaada güzel bir şekilde bastırıp böyle çerçeveletip dağıtabiliriz. Hediye edebiliriz.

Konya valisi beyefendi, bizi çağırmıştı, makamını ziyaret etmiştik. Böyle levhalar hazırlamış, bize sunmuştu, "Buyurun hocam!" diye. Onu tabii bir aziz hatıra olarak saklıyorum. Senelerce önce...

Yâni öyle güzel şeyleri hazırlayıp hediye etmek de iyi oluyor. Sıradan bir, çarşıdan, pazardan böyle bir şeyi almaktan daha iyi olabiliyor.

İnsanların en hayırlıları, en değerlileri, kıymetlileri böyle mütefekkir olanlar, düşünücü olanlardır. Ama mütefekkir deyince;

"--Hah, tamam, filozoflarin hepsi kıymetli..." diyecek herkes.

Hayır! (El-mütefekkirûne fî zâtillâh) "Allah'ı düşünenler; yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri konusunda, ma'rifetullah konusunda düşünenler, irfan konusunda düşünenlerdir."

Düşünme, tabii çeşitli konularda olur. Adam düşünüyor, düşünüyor... Ne düşünüyor? Şerri düşünüyor, fesâdı düşünüyor. Bütün aklı fikri orda... Yemekte karısı, "Heyy, ne düşünüyorsun yâ!" diye itekliyor; hâlâ onun aklı başka yerde. Neden şer tuzak düşünüyor, fitne fesad düşünüyor. Bunun kıymeti yok. Yâni düşüncenin yönü ve konusu önemli.

(Ve hayrun-nâs) "İnsanların en hayırlıları (el-mütefekkirûne fî zâtillàh) ma'rifetullah konusunda, Allah'ı bilmek konusunda, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin esmâ-i hüsnâsı, evsâf-ı ulyâsı konusunda düşünenlerdir. Cenâb-ı Mevlâ'nın varlığını, birliğini, esmâ ve sıfâtını; o husustaki ma'rifetini, bilgisini, irfanını derinleştirmek hususunda düşünenlerdir. İnsanların en hayırlıları onlardır."

Yâni sonuç itibariyle, Allah'ı en çok düşünen kimseler kimlerdir?.. Dindarlar düşünüyor bir kere. Dinsizler hiç aklına getirmiyor. Dindarların hangileri?.. Arif olanları, mutasavvıf onları. Meselâ Mevlânâ gibiler. Tarikat, tasavvuf neyi öğretmek için asırlar boyu çalışmış?.. Allah'ı daha iyi tanıtmak, tam tanıtmak, imanı tam kuvvetlendirmek için... Demek ki evliyâullahtır, erenlerdir bu mütefekkirler. Çünkü güzel şeyleri düşüne düşüne güzellikleri bulunca, makamları çok yüksek oluyor.

(Ve şerruhüm) "İnsanların en kötüleri de, (men lâ yetefekkeru fî zâtillàh) Allah'ın azameti, kudreti, san'atı hususlarında düşünmeyenlerdir."

Allah bir akıl vermiş; işte dünyada yaşıyor, ticaretini yapıyor, toplum içinde eğlencesinde, keyfinde... Zengin ama Allah'la, Peygamber'le, dinle, imanla, ilimle, irfanla, ma'rifetullahla, muhabbetullahla hiç ilgilenmemiş, o konularda çok cahil. Bakıyorum ben, inceliyorum. İnsanların sözlerine, konuşmalarına, yazarların yazılarına... Bazıları çok cahil, hiç bilmiyor. Bilmediğini de bilmiyor. Yâni bilmiyor, bir. Bir de bilmediğini de bilmiyor... En kötüleri onlar işte.

Allah'ı bilecek ve Allah-u Teàlâ Hazretleri'ni bilince tabii sonuç ne olacak? Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne güzel kulluk edecek. Zâten bilen, düşünüp bilen, ma'rifetullaha eren muhabbetullaha da düşer. Ma'rifetullaha erdi mi muhabbetulllaha da düşer. Neden? Allah'ın ne kadar güzel sıfatlara sahip olduğunu, ne kadar güzel olduğunu görünce âşık olur, görünce âşık olur. Görmeyen bir şey yapmaz ama, görünce aşık olur.

O zaman muhabbetulah en yüksek makam oluyor. Ma'rifetullahtan doğmuş oluyor. Allah'ı bilmekten doğan muazzam bir sevginin, aşkın, muhabbetin, ilâhî sevginin içine düşmüş oluyor. Bundan hiç nasibi olmayanlar da insanların en kötüleridir.

Yâni bu hadis-i şerif, dikkat edilirse aslında mutasavvıfların ne kadar dinin özüne uygun, ne kadar doğru yolda olduğunu gösteriyor. Din alimi denilen insanları inceleyin, çeşitleri var, mertebeleri var. Ama mutasavvıflar işte bu hadis-i şeriflerde gösterilen ana hedefleri iyi öğrenmiş, iyi anlamış ve yakalamış insanlar oluyorlar. Allah himmet ve teveccühlerine bizleri nâil eylesin, mahrum etmesin... O sevgili kullarının yolundan ayırmasın ve onlarla ahirette, cennette Peygamber Efendimiz'in komşuluğunda beraber eylesin...

d. Takvâ Ehlinin Kıymeti

Bir hadis-i şerif daha söyleyerek sohbetimi tamamlamak istiyorum. Diyor ki Efendimiz SAS, Abdullah ibn-i Ömer RA'den Ebuş-şeyh'in rivayet ettiğine göre:

RE 198/8 (Ettakıyyü kerîmun alellah, vel-fâcirü şakıyyün heyyinün alellallah) Kısa, bu da yine böyle levha yapılacak güzel hadis-i şeriflerden:

"Müttekì kul, yâni takvâ ehli, haramlardan, günahlardan sakınan, Allah'ın razısını kaybetmekten korkan, Allah'ın rızasını kazanmaya çalışan insanlar yâni..."

Meselâ bizim kardeşlerimiz meselâ rozet yapmışlar, gönderiyorlar. Ben de birilerinin yakalarına takıyorum, seviniyorlar:

(İlâhî ente maksdî ve rıdâke matlûbî) "Yâ Rabbi, benim arzum, hedefim sensin! Ben senin rızânı kazanmak istiyorum!" İşte böyle tabii Allah'ın rızasını kazanmak isteyen ne yapar? Allah'ın razı olacağı işleri yapar. Razı olmayacağı işlerden, haramlardan, günahlardan kaçar. Haramlardan, günahlardan kaçan insana ne denir? Takì, yâni müttakî kul denir. İkisi de aynı kökten, takî ile müttakî aynı kökten.

"Böyle takî bir kul, yanî müttekî, takvâ ehli, takvâlı bir kul (kerîmun alellah) Allah indinde mevki makam sahibi, itibarlıdır. İtibarlı bir kimsedir. Allah yanında itibarı vardır. Soylu, kerim bir asâleti vardır, kıymeti vardır, Allah indinde kıymetlidir takvâ ehli kul."

Bunun zıddı: ( Vel-fâcirü) "Yâni günahlardan sakınmayan, fısk ü fücûra giren, günahları işleyen. Müslüman ama bak yaptıklarına, bir sürü kusurlar işliyor. Tamam o da fâcir, (şakıyyün) a da bedbaht, şakàvet ehli bir insandır."

Çünkü günahı işlemek çok büyük bir zillettir. Çok fenâ bir şeydir. İnsanı ayaklar altına düşürür, fenâ eder. (Heyyinün alellallah) "Allah'ın yanında da itabırsız, değersiz, önemsiz kıymetsizdir."

Aziz ve muhterem kardeşlerim, tabii hepimiz Allah'ın kullarıyız. Esas itibâriyle bizi o yarattı. Bizim meziyetimiz veya kıymetimizi artıran neyimiz varsa hepsini de veren odur. Vücudumuzda eğer bir üstün meziyet varsa;

"--Aaa, o çok kuvvetlidir. Herkesin kaldıramadığı şu kadar ağır halteri kaldırır. Aaa, şu çok hızlı koşar. A, falanca çok kuvvetlidir..." derler.

Tamam bu vücuda ait bir meziyet. O meziyeti veren kim?.. Allah... Hepsini Allah veriyor ama, o meziyetin sahibi artık kabarıyor, övünüyor, böbürleniyor, iftihar ediyor, herkesin karşısına: "Ben birinci oldum, var mı benim gibisi?.." diye. Aslında tabii onun Allah'tan geldiğini bilmesi lâzım. Allah'ın vergisi olduğunu bilmesi lâzım. Ona göre edebini takınması lâzım.

Allah'ın kullarının değerlerini de Allah verdiğinden ne olacak? Yâni veren Allah, alan Allah... Biz sıfır oluyoruz, hiç oluyoruz aslında arada ama, yine de Allah takvâlı kulları değerli, itibarlı, kıymetli sayıyor. Kendi indinde, huzurunda mevki makam veriyor, mertebe veriyor. Günahkârları da değersiz yapıyor. Aslında biz hepimiz nâçiz kullarız, bir hiçiz hepimiz.

Rahmetli Hacı Bayram Camisi imamı, nur içinde yatsın, makàmı a'lâ olsun, Zekâî Efendi, ( ) peltek ze ile, "Zekâi-yi lâ yetezelzel" derdi, soyadı Sarsılmaz'dı çünkü... Bir levhaya şöyle eski harfle, ( ) "Hîç" yazmış. (İki gözlü he, ye, cim gibi çe harfi ile.) Türkçeye Farsçadan gelen bir kelime bu. Kartı gösteriyor: "İşte bu benim kartvizitim!" diyor. Yâni hiç, nâçiz... Tevazu gösteriyor, nâçizliğini gösteriyor.

Evet hepimiz bir hiçiz, bir nâçiz varlığız. Çünkü her şeyimiz Allah'tan, bizim hiçbir şeyimiz yok. Bütün lütuf onun lütfudur. Ama iyi kul olursa, arif kul olursa, müttakî kul olursa, takvâlı kul olursa, Allah indinde makamı, mertebesi, itibarı oluyor, Allah onu seviyor, Allah indinde saygınlığı oluyor.

Öteki günahkârın da Allah indinde hiç kıymeti, itibarı olmuyor. Yazık oluyor yâni. İşte asıl hiç o oluyor, asıl berbad olan o oluyor.

Allah hepimizi kendi ind-i ilâhîsinde kadr ü kıymeti olan, kerim olan, itibarı olan sevdiği kullarından eylesin... Günah zilletine düşünmesin... İsyan, ma'siyet ve günahtan uzak eylesin... Eğer bulaşmış olduğumuz, alışmış olduğumuz kusurlar, günahlar varsa, onları hemen bırakmayı nasib eylesin... Tertemiz kul eylesin.

Huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varıp cennetiyle, cemâliyle müşerref olmayı; sonuç itibariyle sevdiği kul olarak cennetine girmeyi, cemâline ermeyi nasib eylesin... Cehenneme düşenlerden eylemesin, aziz ve sevgili kardeşlerim!..

İnşaallah Allah hepimize hayırlı uzun ömürler verir. Çünkü bir müslümanın çok kıymeti vardır. Öğrendiklerini başkasına öğretecek uzun yıllar yaşaması lâzım! Hemen çabuk ölmesin, uzun yıllar yaşasın da öğretsin diye onun ömrünün kıymeti var.

İnşaallah bu 2000 yılı ve 2000'den sonra 21. Asır Tevhid asrı olacak!.. Hepimiz orda görevimizi alalım! Vazifemizi yapabidiğimiz kadar, kabiliyetimiz nisbetinde yapalım! Allah'ın rızasını kazanalım!..

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

13. 08. 1999 - AVUSTRALYA