28. 04. 2000 AKRA CUMA SOHBETİ

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Hazırlayanlar: Dr. Metin Erkaya & M. Esad Erkaya

MÜSLÜMANIN YARDIMINA KOŞMAK

(11. 02. 2000 cuma, aynı hadisler)

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Her türlü dünyevî, uhrevî hayırlara ermenizi Cenàb-ı Hak'dan dilerim... Allah iki cihanda cümlenizi bahtiyar eylesin... "Bizim ve ülkemizdeki, ülkemizin dışındaki kardeşlerimizin her yönden müşkillerini halleylesin... Dertlerine devâlar ihsan eylesin, muratlarını bahşeylesin... İki cihanda bahtiyar eylesin..." diye temenni ederek başlamak istiyorum bu günkü sohbetime...

a. Hasta Ziyaret Etmenin Sevabı

Birinci hadis-i şerif, İbn-i Hibban'dan alınmış, Hazret-i Ali Efendimiz RA ve KV tarafından rivayet edilmiş bir hadis-i şerif. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyorki:

RE. 380/4 (Mâ minimriin müslimin yedü müslimen illebteasellàhu seb'îne elfe melekin yüsallûne aleyhi fî eyyi sâàtin-nehâri kân, hattâ yümsiye ve eyyi sâàtil-leyli kân, hattâ yusbiha) Sadaka rasûlullàh, fi mâ kâl ev kemâ kâl.

Bu hadis-i şerif, hasta ziyaret etmek ne kadar sevaplı, faziletli, kârlı, mânevî bakımdan ne kadar iyi bir şey; onu gösteren bir hadis-i şerif.

Her zaman söylüyoruz: Hastalarımızı unutmayalım, ihmal etmeyelim, gönüllerini hoş edelim. İlaçtan daha fazla sevgi, ilgi hastaya iyi gelir, ona fayda verir. Bir an evvel sağlığına ulaşmasına ilaç kadar, doktor kadar yararlıdır, faydalıdır. Cuma günü hasta ziyaret etmek de özellikle sevap.

Onun için, cuma günü sohbeti dinledikten sonra, cuma namazı tabii kılınacak, Allah kabul eylesin... Allah nice cumalara sağlık afiyetle eriştirsin... Mü'minlerin bayramıdır, her hafta gelen bir bayramdır, çok kıymetli bir gündür cuma günü. Cuma namazı da çok, çok, çok önemli bir namazdır. Üç cumayı mâzeretsiz kaçıranın kalbi, yâni gönlü mühürlenir, kapatılır. Gönlü çalışmayan taş gibi bir insan olmak çok kötü bir şey, temenni edilen bir şey değil; Allah göstermesin, Allah etmesin...

Cuma günü güzel yapılacak işleri her zaman sıralıyoruz; gusül abdesti almak, tertemiz yıkanmak, temiz elbiseleri giyinmek, camiye erken gitmek tavsiye edilen bir şey... Kehf Sûresi'ni okumak tavsiye edilen bir şey... Bunlar bir haftalık, on günlük günahların affına sebep olan güzel ibadetler.

Sonra, cuma günü hasta ziyaret etmek çok sevap... Kabir ziyareti çok sevap... Sadaka, hayır vermek cuma gününde, son derece faideli ve sevap... Bunları yapmak her zaman hatırlatılıyor, karşımıza hadis-i şerifler çıkıyor. Bu hadis-i şerif de onlardan birisi. Hem de Hazret-i Ali Efendimiz RA'den rivayet olunmuş. Her zaman söylediğim gibi, ben bunlara ayrıca önem veriyorum; Hazret-i Ali'yi seven kardeşlerimiz de bunları can kulağıyla dinlerler ve uygularlar diye seviniyorum, bunlar karşıma geldiği zaman. Şimdi mânâsını kelime kelime okuyarak daha açıklayayım:

(Mâ minimriin müslimin) "Hiçbir müslüman kul yoktur ki, (yedü müslimen) bir müslüman kulu ziyaret etsin de, (illebteasellàhu) Allah vazifelendirmesin, göndermesin, (seb'îne elfe melekin) yetmişbin melek göndermesin. Mümkün değil, gönderecek muhakkak... (Yusallûne aleyhi) Bu melekler, ona dua eder. (Fî eyyi sâàtin-nehâri kân, hattâ yümsiye) Günün hangi saatinde ziyaret etmişse, akşamlayıncaya kadar bu melekler ona dua eder; (ve eyyi sâàtil-leyli kâne hattâ yusbiha) gece ziyaret etmişse, gecenin hangi saatinde ziyaret etmişse, sabah oluncaya kadar bu melekler ona dua eder dururlar. Yâni bu hastayı ziyaret eden kişiye, yetmişbin melek dua eder durur."

olumsuzluk edatı, illâ ile cümle olumlu oluyor daha dikkat çekici oluyor. "Hiçbir müslüman kul yoktur ki, bir müslüman hasta kardeşini ziyaret etsin, böyle olmasın, mümkün değil; ille böyle olur." mânâsına. İlle'yi dikkat ederseniz zâten biz Arapça'dan almışız, kuvvetlendirmek için kullanıyoruz. Yâni bir müslüman kul, bir müslüman kulu ziyaret eder; ille Allah yetmişbin melek vazifelendirir. Ona şöyle şöyle dua eden melekler... Ötekiler de meleklerin sıfatları, meleklerin hallerini anlatan cümlecikler.

İmruun Arapça bir kelime, kişi demek. Müennesi imreetün, bu da kadın demek. Bu imruun kelimesi ilginç bir kelime... Arapçada cümledeki yerine göre, kelimelerin son harekesi üstün, esre, ötre oluyor. Bu, sondan önceki harfi de değişen bir kelime; eğer ötre olacaksa sonu imruun oluyor. Eğer üstün olacaksa imreen oluyor. "Re" de son harakeye uyum sağlıyor. Esre olacaksa imriin oluyor. Başındaki elif de geçilen elif. "Bismillâhir-rahmânir-rahîm" derken "bi-ismillâhi" demiyoruz da "bismillâhi" diyoruz; ismin i'sini geçiyoruz, yâni elifini geçiyoruz. Bu da geçilen bir kelime, o bakımdan ilginç bir kelime.

Biraz da Arapça izahâtı oldu bunlar, açıklaması oldu ama, (Mâ minimriin müslimin) okunacak. Doğru, fasih okunuşu böyle.

(Mâ minimriin müslimin yedü müslimen) "Bir müslüman hasta arkadaşını ziyaret eden hiçbir müslüman kul yoktur ki, (illebteasellàhu seb'îne elfe melekin) ille de Allah muhakkak ba'seder, ona yetmişbin melek gönderir."

İbtease, bease'den iftihal bâbına naklolmuş bir şekli bease'nin. Bease, vazifeli olarak göndermek demek. Meselâ, Peygamber Efendimizin gönderilmesi, bi'setün-nebî diye adlandırılıyor. Hasta ziyaret eden müslümana Allah, yetmişbin melek gönderir.

Bu yetmişbin melek nasıl? (Yusallûne aleyhi) "Ona, yâni bu hasta ziyaret eden müslümana dua eden yetmişbin melek... (Fî eyyi sâàtin-nehâri kân, hattâ yümsiye) Gündüzün hangi saatinde o hasta kardeşini ziyaret etmişse, bu yetmişbin meleği Allah ona gönderir, vazifelendirir; akşama kadar bu ziyaret etmiş olan kimseye o melekler dua eder." Ne güzel yetmişbin meleğin duasını kazanmak... Yetmişbin melek etrafında akşama kadar dua ediyor.

Gece ziyaret etmişse, gerçi şimdi hastaneler gece ziyaret edilmiyor ya... Hastalar da her zaman hastanede olmuyor, bazen evinde hasta oluyor. Meselâ, adam işinden döndükten sonra namazını, yatsıyı kıldı, hasta arkadaşını evine ziyarete gitti: "Nasısınız? Geçmiş olsun! Durum nasıl, iyileşiyor musunuz? Bir hizmet var mı?.." diye sordu. O ziyaretinden dolayı, yetmişbin melek sabaha kadar ona dua eder.

Demek ki, hastalara karşı dinimiz bize bazı görevler tavsiye buyuruyor. Peygamber Efendimiz tavsiye buyuruyor. Hastaları ziyaret etmek, İslâm'da dini vazifeler arasında önemli, sevaplı, kıymetli, kaçırılmayacak bir iş.

Onun için artık cuma günleri de olur, cuma günü insanın işi olursa, cumartesi olur, pazar olur, haftanın herhangi bir günü olur... Ama cuma günü özellikle hasta ziyareti, kabir ziyareti, cuma namazı kılmak, sadaka vermek, cenaze namazı kılmak, cenaze teşyî etmek; bu işleri yapana çok cennet vaat edildiğine dair hadis-i şerifler de var.

Düşünün, hastalardan kimler varsa onları ziyaret etmeye niyet edin, gayret edin, ziyaret edin; Allah-u Teàlâ Hazretleri hem sizi mükâfatlandırsın, hem de onu mükâfatlandırsın.

Biliyorsunuz hasta dua etti mi ziyaret edene, hastanın duası da makbuldur. Hasta önemli bir kişi. Hastanın mükâfâtları çoktur. Evet Allah onu hasta ediyor, bir elem veriyor, üzücü bir durum var ortada ama, mükâfatı da çok... O bir imtihan.

İslâm'da imtihanlar oluyor insan, biliyoruz, hayat bir imtihandır. Hastaya da imtihan olarak, öyle kendisine sağlığına aykırı bir durum gelmiş. Tabii üzücü bir durum ama, o üzücü durumun karşısında, "Bu Allah'tan geldi." diye sabredince, mükâfatı da çok oluyor.

Hastanın bir özelliği de, duasının makbul olmasıdır. Duası müstecâbdır, makbuldür. Binâen aleyh insan hastayı ziyaret etmeli, kendisine de dua ettirtmeli, yâni "Allah razı olsun!" dedirtmeli!.. Siyasetini ona göre ayarlamalı, hediye vermeli hastaya; işte artık çiçek olur, yiyecek olur, içecek olur:

"--Kendi elimle şunu yaptım, buyrun âfiyet olsun, yeyin!.. Kendi elimle şu meyvaların suyunu sıktım, canınız çeker; buyrun için!" neyse...

Böyle duasını almaya çalışalım aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!

b. Musîbete Uğrayan Kimse

İkinci hadis-i şerif. Bu akşam okumayı düşündüğüm hadis-i şeriflerden ikincisi, Dâre Kutnî'de, İbn-i Asâkir'de kaydedilmiş. Zührî'den mürsel olarak geliyor. Peygamber SAS'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuş:

RE. 380/6 (Mâ minimriin müslimin tusîbühû müsîbetün tuhzinühû feyürecciu illâ kàlellàhu azze ve celle limelâiketihî: Evca'tü kalbe abdî fesabera vahtesebe, ic'alû sevâbehû minhel-cennete ve mâ zekera musîbetehû feraccea illâ ceddedallàhu ecrehâ.) Sadaka rasûlullàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Bu da yine dikkat etmemiz gereken bir şeyi bize öğretiyor:

(Mâ minimriin müslimin) Hiçbir müslüman kuldan birisi yoktur ki, (tusîbühû müsîbetün) ona bir musibet isabet etmiş olsun... Nasıl bir musibet? (Tuhzinühû) Onu mahzun eden, hüzne garkeden, üzen, elem veren bir musibet kendisine isabet etsin de; (feyürecciu) o da, "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin" desin. Öyle dedi mi musibete uğrayan bir kul; (illâ kàlellàhu azze ve celle) Aziz ve celîl olan, son derece izzet ve celâl sahibi olan Allah-u Teàlâ Hazretleri muhakkak şöyle buyurur; (limelâiketihî) meleklerine emreder, buyurur ki:"

Zaten buyurmak da, Türkçe emretmek demek Türkçe'si buyurmak, Arapça'sı emretmek. Farsça'sı fermûden... İşte ferman da oradan geliyor, buyruk mânâsına.

"Meleklerine der ki Allah-u Teàlâ Hazretleri: (Evca'tü kalbe abdî) Ben kulumun gönlünü acıya garkettim, üzdüm. Kalbi, gönlü bu musibetten dolayı çok mahzun oldu, acı çekti. (Fesabera) O da sabretti."

Biliyorsunuz musibetler, hayattaki insanın başına gelen olaylar, Allah'ın takdiriyle oluyor. Hayatın cilvesi, kaderin cilvesi diyoruz. Daha doğrusu kaderin, imtihânın bir şekli bu... Cenàb-ı Hak bizi dünyada imtihan ediyor. İşte o imtihanın bir sorusu bu.

Tabii insanoğulları dünyada ya iyi olaylarla karşılaşırlar; bu Allah'ın bir nimetidir, şükretsinler!.. Ya da kötü olaylarla, musibetlerle, hastalıklarla, elemlerle, kederlerle, üzücü şeylerle karşılaşırlar; bu da Allah'ın bir imtihanıdır, buna da sabretsinler!.. Şükrederse sevap kazanır, sabrederse sevap kazanır. Müslüman öyle de yapsa, böyle de yapsa, iyi davrandığı zaman her durumda sevap kazanıyor.

Şimdi, (tuhzinühû) "Hüzün veriyor, bu musibet üzüyor." Onun için Allah-u Teálâ Hazretleri diyor ki: "Kalbini acı doldurdum, (fesabera) o sabretti, (vahtesebe) sevabını Allah'tan bekledi, öyle hesap etti. 'Ben sabredeyim, Cenâb-ı Mevlâm bu musibete karşılık bana sabır verir.' dedi."

Vahtesebe, ihtisabdan geliyor. Ne demek?.. Sevabını Allah verir diye hesap etmek, tahsis etmek, ummak, beklemek demek. Bir de, (Hasbünallàhu ve ni'mel-vekîl) sözünü söylemeye de ihtisab derler. "Allah bana yeter, ben ona tevekkül ettim, o ne iyi vekildir." mânâsına gelen bir söz bu. Hasbünallah sözü de, çok sevap kazandıran güzel sözlerden birisi.

Güzel sözlerden bazılarını sayalım:

1. (Lâ ilâhe illalllah) "Allah'tan başka mâbud, ilâh, tanrı yoktur; sadece o vardır." Ötekilerin hepsi bâtıldır, boştur, yalandır, yanlıştır, sapıktır, Allah'ın sevmediği şeylerdir.

2. Sonra, (Allàhu ekber) "Allah her şeyden büyüktür, en büyük Allah'tır." Bu en büyük sözünü, şarkıcılar için, sporcular için, şampiyonlar için, filancalar için çok kullanıyorlar. "En büyük falanca, en büyük filanca..." Artık yeni yeni âdetler çıkıyor halkımız arasında. Tabii dikkat etmek lâzım! En büyük Allah'tır, Allahu ekber.

3. Sonra, (Sübhànallàh) "Her türlü noksandan Cenab-ı Hak münezzehtir, her türlü kemâlatın sahibidir. Her türlü kemâl sıfatıyla muttasıftır. Her şeyi mükkemmeldir. Her şeyi en güzeldir. Şaşılacak, hayran olunacak kadar her şeyi güzel!" demektir.

4. Sonra, (Elhamdü lillàh) "Hamd ü senâlar, yâni övgüler Allah'a olsun, çok şükür Allah'a..." Bu nimet karşısında da olur, nimet olmadan da olur. Çünkü nimet gönderse de, göndermese de

Cenab-ı Hak övgülere en lâyıktır.

Bütün övgüler zaten ona gider. Neyi övsek, o övgü onu yaratan Allah'a gider. Şu gölün rengi ne güzel; Cenâb-ı Hak yarattı... Şu gülün kokusu ne güzel; Cenâb-ı Hak yarattı... Şu manzara ne güzel; Cenâb-ı Hak yarattı... Şu çocuk ne akıllı; Cenâb-ı Hak yarattı... Şu elma ne tatlı; Cenâb-ı Hak yarattı... Bütün övgüler Allah'a gider.

5. İşte bunlar gibi güzel sözlerden birisi de, Peygamber Efendimiz'e salât ü selâm getirmektir. Cuma günü salat ü selâm getirmek de çok sevap... Onu da Hocamız (Rh.A) bana tavsiye buyurmuştu:

(Allàhümme salli alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sellem) Bu salât ü selâmı cuma günü bin defa söyle!" diye söylemişti. Salât ü selâm da güzel bir sözdür.

6. (Hasbünallàhu ve ni'mel-vekîl) demek de güzel bir sözdür. O ne demek?.. "Allah bana yeter. Ben Allah'a dayandım mı, güvendim mi, dünyanın orduları gelse, süper güçleri gelse, Allah beni korur, bir zarar veremezler. Onlar mahvolur; ben, acizliğimle, hiçliğimle, biçareliğimle kurtulurum. Allah bana yeter, ona tevekkül ettim, o ne iyi vekildir." demek.

Güzel sözlerden birisi de nedir:

7. (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin.) "Biz Allah'ın yaratıklarıyız, kullarıyız. Bizi yaratan o, rızkımızı veren o... İmtihan eden o, mukadderatımızı yazan, dâim buyuran o... Biz onun kuluyuz, elbette nasıl isterse öyle yapacak. Biz ona rücü edeceğiz, döneceğiz. Varacağımız yer Cenàb-ı Hakk'ın dergâh-ı izzeti... Ona varacağız, en sonunda ona kavuşacağız." mânasına, bu da güzel bir söz.

Musibetler karşısında mü'min böyle söyler, Ayet-i kerimede de böyle tavsiye ediliyor:

(Ellezîne izâ esàbethüm musîbetün kàlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin.) [Onlar kendilerine bir belâ geldiği zaman, 'Biz Allah'ın kullarıyız ve biz ona döneceğiz' derler.] diye ayetten size bir tavsiye. Binâen aleyh, bu güzel söz de kıymetli sevaplı sözlerden biri. Bunu söylemeye terci' derler, sonu ayın ile; rücu' kelimesinden geliyor.

Musîbet karşısında kul, (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin) deyince, Allah-u teàlâ Hazretleri de buyurur ki: "Kulumun ben kalbini acı doldurdum, üzecek bir şeyle karşılaştırdım. O da sabretti sevabını benden bekledi. (İc'alû sevâbehû minhel-cenneh) Onun sevabını, bu musibetten dolayı, mukabilinde alacağı sevabı cennet yapın! O kul cennete girsin!"

(Ve mâ zekera musîbetehû) Bu olaylar geçti, hastalık bitti, musibet gitti, kul huzura erdi, rahata erdi, güzel günler geldi. O zaman arada hatırlıyor, "Bir zamanlar neler çekmiştim, şöyle şöyle olmuştu da, şu olaylar başıma gelmişti de... Elhamdü lillâh şimdi onlar ne kadar geride kaldı, kurtulduk. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin." diyor. "Böyle musibetleri hatırlayıp da tekrar bu sözü söyledi mi; (illâ ceddedallàhu ecrehâ.) Allah ona, (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin) demesinin sevabını yeniden verir." Çünkü sözü yeniden söyledi, Allah da sevabını yeniler.

Bu sözü öğrenin, söyleyin! Ama en güzeli, anlamını bilerek, ne kadar derin olduğunu düşünerek; Cenab-ı Hakk'ı sevmenin ve onun kaderine razı olmanın,

Kadere razı olma makamı, rıza makamıdır. Tasavvufta rıza makamı en yüksek makanlardandır. Cenab-ı Mevlâ ne eylerse razı olmak, neylerse güzel eyler demek.

İşte onun mânâsını bilerek bu kelimeyi yazın, bilmeyenler öğrensin! Bunun âyetle, hadisle tavsiye edilmiş olduğunu, bu hadis-i şerifte görmüş oldular. Allah-u Tàlâ Hazretleri'nin böyle sabreden, musibeti tahammülle, sabırla, Allah'a sevgisi, bağlılığı eksilmeden azalmadan geçiştirebilen, yâni kazanan kullara cenneti vereceğini, hadis-i şeriften öğrenmiş oluyoruz.

Tabii dünya hayatında hepimizin başına acı şeyler de gelir. Ölçecek olursak, umumiyetle hayatımız, günlerimiz, saatlerimiz, zamanımızın büyük çoğunluğu nimetlerle geçiyor. Nefes almamız nimettir, ağrısız sızısız olmamız nimettir, karnımızın tok, sırtımızın pek olması nimettir vs... Dünyada bir sürü elem çeken insan var, ben öyle değilim elhamdü lillâh... Tabii, bu bir nimet... Tabii umumiyetle nimetle geçer.

Fakat arada bir böyle nimet yerine musibet olursa, insanlar hemen feryat-u figana başlayıp, isyana geçerlerse, ileri geri konuşup, tahammülsüzlük ederlerse, edepsizlik etmeye başlarlarsa çok ayıp olur. O kadar nimetler varken, yerken hiçbir şey demiyorsunuz. Azıcık bir imtihan oldu, birazcık şu geldi, hemen altüst oldun, kaybettin. Öyle olmamalı!..

Müslüman sabırlı olmalı, mütehammil olmalı. Musîbetin karşısında, "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin" demeli! Mânâsını da bilerek anlıyarak, severek böyle yapmalı! Bu en güzel ilaçlardan birisi...

Şimdi ben dikkat ediyorum, burada kardeşlerimize tavsiye ediyoruz, teşvik ediyoruz; "Aman sabah namazına gelin! Çoluk çocuğunuz da gelsin!" filan diyoruz.

Çoluk çocukları geliyorlar, ama uykulu... Sabahın erken saatinde uykuyu bölüp geliyorlar, gözleri baygın... Namaz bittikten sonra, biz biraz da konuşacağız filan derken, onlar kenarda gözlerini kapatıyorlar. Ama yine ben, "Getirmeye devam edin!" diye teşvik ediyorum.

Bir de çocuklarınıza sabrı öğretin alıştırın! "Bakın çocuklar, bu uykusuzluk ama sabredeceksiniz, bunun sevabı var, sabrı öğrenin!" deyin. Sabrın bir çeşidi de bu işte uykusuzluğa tahammül, uykuyu bölebilmek, camiye gelebilmek.

Kimisi yapamıyor bunu, sıcacık yatağından ayrılamıyor; sevapları kaçırıyor. Yapan sevapları kazanıyor. Hayatta böyle birtakım fedakârlıkları yapmayı, bir takım nefsin istemediği şeyleri, istemese de iyi şeyleri yapmayı öğrenmemiz lâzım! Bu da sabrı öğrenmekle mümkün olur.

Onun için, çoluk çocuğumuza tatlılıkla sabrı öğretmeliyiz. Biz camide şimdi, çocuklar namaz kıldıktan sonra açıyoruz torbayı, getirdiğimiz şeyleri... Onların hoşuna giden çikolatalardan, şekerlerden, saplı şekerlerden dağıtıyoruz. Ağızlarına alıp, sapından tutup, onu yemeyi çok seviyorlar.

Şimdi bazen bakıyorum, bizim camide, çocukların sayısı büyüklerden fazla... Onlar üçte iki ileri gitmişler, severek geliyorlar. Bir de uslu uslu namaz kılıyorlar. Çocuklar umumiyetle güler, sağına soluna bakar. Onları da, "Böyle yapılmaz!" diye öğretiyoruz, dinliyorlar. Tatlılıkla yâni, kızarak, döğerek, korkutarak, tehdit ederek değil de, sevdirerek, isteterek...

İstetmek için de tabii, biraz fedâkârlık yapmak lâzım. Siyaset kullanmak lâzım! Çocuğu terbiye siyaseti. Çocuğu isyan ettirmeden, Allah'ın emirlerini yapacak hâle getirme siyaseti, eğitim siyaseti... Bunları babaların annelerin, öğrenmesi ve yapması lâzım!..

c. Müslümanın Yardımına Koşmak

Üçüncü hadis-i şerif. Bu sonuncu hadis-i şerif Ahmed ibn-i Hanbel, Beyhakî, Taberânî, Ebû Dâvud, Buhàrî'nin Tarihinde ve İbn-i Ebid-Dünyâ'nın eserinde Câbir RA'dan rivayet edilmiş. Kaynaklar çok. Zâten Ahmed ibn-i Hanbel, Ebû Dâvud ve Buhàrî, sözleri çok kıymetli olan, değerlendirmeleri çok önemli olan hadis alimleri. Kitaplarına aldılar mı, aldıkları rivayet kuvvet kazanıyor.

Buyuruyor ki Peygamber SAS Efendimiz:

RE 380/7 (Mâ minimriin yahzülümreen müslimen fî mevtınin yüntakasu fîhi min ırdıhî, ve yüntehekü fîhi min hurmetihî, illâ hazelehullàhu fî mevtınin yuhibbu fîhi nusratehû.

Ve mâ min ehadin yansuru müslimen fî mevtınin yüntakasu fîhi min ırdıhî, ve yüntehekü fîhi min hurmetihî, illâ nasarahullàhu fî mevtınin yuhibbu fîhi nusratehû.) buyuruyor Efendimiz.

Ben Arapça metinlerini de okuyorum ve din kitaplarımızda da bir hadis, bir ayet okunduğu zaman, Arapçasının da konulmasını dâimâ temennî ediyorum. Sadece meal verenlere rica ederim ki, kitap yazanlar, müellif kardeşlerimiz, yazar kardeşlerimiz, aslını koysunlar! Çünkü onun tercümesi belki hatalı olabilir. Akıl akıldan üstündür, bilgi bilgiden üstündür, alim alimden üstündür. Aslını gösterirse; "Kaynağı budur, ben bunu böyle tercüme ettim." demiş olur. Biz de, "Hà bak, şu kelimeyi yanlış anlamış, yanlış tercüme etmiş. O öyle değil, bu kelimenin aslı budur." diyebiliriz.

O bakımdan vaazımda Arapça kelimeleri okuyorum, hem de mübarek Peygamber Efendimiz'in ağzından çıkmış olan kelimeleri tekrar etmiş oluyoruz. Biraz da Arapça bilgileri filân veriyoruz. Keşke ilerde inşaallah, tatlı bir şekilde, yormadan, üzmeden, kolayca herkes anlayacak şekilde, ayetlerden hadislerden örnekler vererek, Arapçaya mahsus dersler de yaparız.

Böyle okumamız iyi oluyor bence, tabii sevaplı da oluyor. Aslını göstermek bakımından da güzel ve sağlam oluyor.

Şimdi metnini okuduk. Tabii Arapça bilenler dinlerken anladı. Bilmeyenlere şimdi açıklayalım; bilenler de kaçırdıkları yerleri tekrar hatırlamış olurlar:

(Mâ minimriin) "Hiçbir kişi yoktur ki, (yahzülümreen müslimen) bir müslüman kardeşi yardımsız bırakıyor." Hazele-yahzülü; yardım edilecek yerde, bir kimseye yardım etmemek; ortada cascavlak, yardımsız bırakıvermek mânâsına bir fiil Arapçada.

"Hiçbir kişi yoktur ki bir müslümanı yardımsız bırakıyor. Nerede?.. (Fî mevtınin) Öyle bir yerde ki, (yüntakasu fîhi min ırdıhî) onun haysiyetinden, şerefinden bir şeyler alınıp azaltılmağa çalışılıyor. Yâni haysiyetine, onuruna, ırzına, şerefine sataşma oluyor. Orda yardımsız bırakıyor müslümanı. (Ve yüntehekü fîhi min hurmetihî) Kendisine hürmet edilmesi gerektiği halde, hürmeti ihlâl ediliyor, hürmeti pâyimâl ediliyor, ayaklar altına alınıyor... Burada, böyle bir durumda ona yardım etmiyor.

Böyle yardım etmeyen hiçbir müslüman kişi yoktur ki, (illâ hazelehullàh) Allah da onu yardımsız bırakır. Nerede?.. (Fî mevtınin yuhibbu fîhi nusratehû) "Allah'ın yardımını çok istediği, beklediği, yalvarıp yakardığı bir zamanda, Allah da onu yardımsız bırakır." Ceza olarak... Neyin cezası?.. Bir müslümanın ırzına, hürmetine, haysiyetine, şerefine tecavüz olduğu, taş atıldığı, sataşıldığı zaman, o ona yardım etmedi diye. Bu sataşma sözle de olur, fiilen de olur.

Müslüman müslümana yardım edecek, yardımsız bırakmayacak. Müslüman müslümanın kardeşidir, (lâ yahzülühû) onu yardımsız bırakmaz; her zaman yardımına koşar. İslâm terbiyesi bu... Kardeşinin yardımına koşacak.

Demek ki, Allah da ona Allah'ın yardımını candan istediği, temenni ettiği, dua edip durduğu, sıkıştığı zamanda yardım etmez. Neden?.. "Sen kardeşine yardım edilecek yerde, yardım etmedin!" diye.

(Ve mâ min ehadin) "Hiçbir kişi de yoktur ki, (yensuru müslimen) bir müslümana yardım ediyor; (fî mevtınin) bir yerde, bir zamanda ki, (yüntakasu fîhi min ırdıhî ve yüntehekü fîhi min hurmetihî) haysiyetinden bir şeyler koparılıp alınmak, şerefi azaltılmak istenen yerde; hürmeti, saygınlığı ihlâl edilip, tahrib edilmek istendiği yerde ona yardım ediyor. (İllâ nasarahullàhu) Allah da o kimseye muhakkak yardım eder. (Fî mevtınin) Öyle bir yerde ve zamanda ki, (yuhibbu fîhi nusratehû.) Allah'ın nusretini candan temenni edip, istediği bir yerde Allah ona mutlaka yardım eder."

Mükâfat olarak. Neden?.. O bir zaman bir müslüman kardeşinin imdadına yetişmiş, onu korumuştu. Bu gıyabında da olabilir... Gıyâbında korumak nasıl olur?.. Senin bulunduğun yerde birisine sayıp dökerler, söğüp sayarlar, kötülerler. Sen de dersin ki, "Hayır, o iyi insandır, böyle yapmayın, susun bakayım; gıybet oluyor, günah oluyor!" Bu gıyabında korumak.

Yahut, fiilî bir durumda adama saldırmışlardır. O saldırı sırasında onun yanında yer alırsın, savunursun, korursun...

Hani bizim millî terbiyemizde dedelerimiz ne yaparlarmış?.. Zayıfa yardım ederlermiş, mazluma yardım ederlermiş. Rahmetullàhi aleyhim ecmaîn, nur içinde yatsınlar, Allah hepsinden razı olsun... Çok güzel adetleri varmış. O adetlerin de kökeni --görüyorsunuz, hadisleri okudukça siz de anlıyorsunuz, benim anladığım gibi-- İslâm'dan geliyor.

Bizim millî örfümüz, adetimiz diye öğündüğümüz misafirperverliğimiz, fakir bile olsak temizliğimiz, abamızda kırk tane yama olsa bile tertemiz oluşumuz; komşuya yardım etmemiz, ikram etmemiz, yolcuyu misafir etmemiz; hepsi sayılamayacak kadar güzel millî hasletlerimiz hep İslâm'dan geliyor.

Bunlar bizim millî hasletlerimiz diyoruz. Başka milletlerde bakıyoruz, böyle bir şey yok... Babası evine çağırıyor, yemek yediriyor, faturayı karyşısına koyuyor, "Öde bakalım parasını!.." diyor... Veyahut çocuk kalkıyor, evden gidiyor, babasını, anasını saymıyor... Veyahut babasına anasına bakmıyor... Veyahut anne baba çocuğuna bakmıyor... Bunlar tabii başka milletlerin terbiyeleri; Alman terbiyesi, İngiliz terbiyesi, İtalyan, İspanyol... neyse. Ama bizim millî terbiyemiz çok güzel, beğeniliyor, herkes beğeniyor. Tarihtede öğülmüş; bizi tanıyan seyyahlar, ülkemize gelen yabancı gezginler, hepsi medhetmişler.

Bunlar nerden geliyor?.. Dedelerimiz Yedinci, Sekizinci asırda müslüman olmağa başlamış; Dokuzuncu, Onuncu asırda kitle halinde, yüzbinlerce çadırlar halinde müslüman olmuşlar. Hem de İslâm'a girdikten sonra, İslâm'ı en iyi şekilde öğrenmek için kollarını sıvamışlar, paçalarını sıvamışlar, dini güzel öğrenme alemine bir dalmışlar ki, en büyük alim olmuşlar. İşte buyurun İmam Buhàrî... Buhàrâ Özbekistan'da. İmam Müslim, Nişâpur'dan... İmam Serahsî, yine Özbekistan'dan... Zemahşerî, şimdiki Türkmenistan'dan... Hep bizim diyarlardan, dedelerimizin diyarından.

Neden?.. İslam'ı çok güzel öğrenmişler, çok güzel uygulamışlar. Tabii anne baba neyi yaparsa, çocuklar da öyle yetişir. Çocuklar da müslüman yetişmiş, tertemiz, alnı açık, pırıl pırıl cihanın parmak ısırdığı, hayran kaldığı, alkış tuttuğu bir millet olmuş. Neden?.. İslâm'la... İslâm güzel terbiye etmiş.

Muhterem kardeşlerim! Çok geziyorum. Ben geziyorum da, siz de durduğunuz yerden dünyayı görmüyor musunuz?.. Dünya milletlerinin davranışlarını televizyonlardan görüyorsunuz, duyuyorsunuz, gazetelerden okuyorsunuz. İşte Sırplar, işte Romenler, işte Bulgarlar, işte İranlılar, işte Ruslar, işte İngilizler, İşte Almanlar!.. vs. Artık dünya haber alma bakımından biraz küçüldü. Herkes her yerden haber alıyor, davranışlarını görüyor, nasıl davrandıklarına bakıyor, millî terbiyelerine bakıyor; görüyoruz. Yâni nice hunhar, nice gaddar, nice zalim, nice hain, nice kalleş, nice dönek, nice nâmert insanlar var... Ayıplıyoruz, "Bu ne biçim şey?" diyoruz. Bizim millî terbiyemiz dolayısıyla aklımıza sığmıyor, vicdanımıza sığmıyor; ama yapıyorlar.

Neden?.. Onların millî terbiyelerinde İslâm yok da onun için. Hattâ İslâm'a komşu olan yerlerde güzel adetler oluyor, İslâm'dan uzak yerlerde onlar hiç görülmüyor.

--Hocam, ben Güney Amerika'ya gittim, orda da iyi insanlar var!.. Kuzey Amerika'ya, Kanada'ya gittim, orada da iyi insanlar var!..

Tabii, müslümanlığın, hristiyanlığın, yahudiliğin kökeni aynı... Cenâb-ı Hak peygamber gönderiyor, insanlara güzel şeyleri emrediyor, öğretiyor. Mûsâ AS öğretmiş, İsâ AS öğretmiş, İbrâhim AS öğretmiş, Nuh AS öğretmiş, diğer peygamberler öğretmiş. Peygamberler Allah'ın razı olduğu güzel huyları milletlerine, vazifeli olarak gönderildikleri ümmetlere de öğretmişler. Onların öğrettiklerinden, tarihte bozulmamış yıpranmamış olarak kalabilenler olduğu için, Allah'ın rızasına uygun bir davranışı onlarda da görebiliyoruz.

Onu da incelerseniz, bakıyorsunuz ki, yine bir peygamberin terbiyesi... Yine kaynak ilâhî kaynak, Cenâb-ı Hakk'ın emri olmuş oluyor. Ama görüyoruz ki İslâm olmayan yerde tam mânâsıyla merhamet, insaf, sevgi vs. olamıyor. İşte dünya üzerinde görüyoruz. İnsanların maddiyat için harpler çıkardıklarını, sırf maddeci bir zihniyetle, "Para... Para... Para..." diye para için her şeyi yaptıklarını görüyoruz.

Biz ahirete inanmış insanlar olarak öyle değiliz. Daha derin, daha engin, daha zarif, daha güzel, daha olgun davranışlar içindeyiz. Bu da İslâm'dan geliyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi müslüman olarak yaşatsın, İslâm'daki kemâlâtımızı arttırsın, insân-ı kâmil olmayı nasîb eylesin... En güzel ahlâka sahib eylesin... Nasıl Yunus Emremizi cümle cihan şimdi okuyor ve beğeniyorsa; nasıl Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Efendimiz'i herkes beğeniyorsa... Bunların ismini çok veriyorum; çünkü hakîkaten Avrupa, Amerika hepsi biliyor. Yunus Yılı ilan ediyorlar, Mevlânâ için uluslararası toplantılar oluyor.

Ben Avrupa'da müslüman olmuş çok Avrupalı gördüm, Mevlevî Tarikatı'na girmiş; Mesnevî okuyorlar, Mevlevî kıyafetiyle geziyorlar. Zikirler yapıyorlar. Almanya'da çok gördüm.

İşte öyle cihanın sevdiği insanlar... Tabii, başta Allah'ın sevdiği insan olmak önemli. Allah'ın sevdiği kul olunca, Allah sevdi mi, kullarına da sevdiriyor. Veyahut Allah'ın sevdiği hallere bürünen insanı başkaları da ister istemez seviyorlar, hayran kalıyorlar.

Cenâb-ı Hak bizi sevdiği kul eylesin... Sevdiği işleri yapanlardan eylesin... Huzuruna yüzü açık, alnı ak, tertemiz, sevdiği kulu olarak varalım... Rabbimiz bizi lütfuyla, keremiyle cennetine dahil eylesin, cemâliyle müşerref eylesin... Hem dünyada, hem ahirette aziz ve bahtiyar eylesin... Bihürmeti esmâihil-hüsnâ ve bihürmeti habîbihî muhammedinil-mustafâ...

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler, esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

28. 04. 2000 - AVUSTRALYA